14 Mayıs 2010 Cuma

Tanrının oLmadığı Bir Dünyada Aziz oLmak

Uzun zamandan beri hakim olan bu anlayış yirminci yüzyılda varoluşçu felsefenin ortaya çıkışıyla sarsıldı. Artık değerler elde edilmeyecek insan tarafından yaratılacaktı. İnsandan kendini ve ahlâki değerlerini belirlemesi bekleniyordu. Artık insan geleneklerle, Tanrı, kilise inancıyla ve onların kendisine dayattığı değerlerle sınırlı değildi. Seçimlerine, edimlerine göre kendini gerçekleştirebilirdi. Kendi ahlâki değerlerini yaratmakta özgürdü. Tanrının olmadığı bir dünyada aziz olabilirdi.
Bu yazıda binlerce yıldır süregelen bir geleneğe karşı çıkışın üzerinde durmak istiyorum. Önce Sartre ve Camus’nün eserleri ışığında kısaca varoluşçuluğu tartışacağım. Varoluşçuluğun temel öncüllerinden ve bu öncülleri kabul etmenin ahlâki sonuçlarından söz edeceğim. İkinci bölümde insanın varoluşçu gerçeklikle karşılaşmasını, varlığının anlamsızlığını fark edişini ve birdenbire omuzlarına binen sorumluluğu açıklamaya çalışacağım. Son olarak da düşünmenin, felsefe yapmanın, kendini tanımanın ve aşkın ona faydası olup olmayacağını tartışacağım.
II. Ahlâki Sorumluluk Artıyor
“Varoluşçuya göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez, hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.... İnsan kendini ne yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun temel ilkesi budur işte”[1]
Varoluşçu dünyada bir tasarı, ilahi bir düzen olmadığına göre her şey insan davranışlarıyla, edimleriyle belirlenir. İnsan, doğasındaki bir özellikten ötürü belli bir biçimde davranmaz, aksine seçimlerini yapar, bazı davranışlar içine girer ve doğası böyle belirlenir. Seçimleri ve edimleriyle kendini yaratır. Bir bakıma insan, yaptıklarının toplamından ibarettir. Tüm seçimlerini kendisi yapar, ne şekilde var olacağını kendisi belirler. Bu nedenle, bitip tükenmeyen bir kendini yaratma sürecinin ötesinde bir şey değildir.
Sartre, insanın kendini yaratma sürecini bir heykeltıraşın eserini yaratma sürecine benzetir. Tanrı’nın elindeki hammaddeden insanı yarattığı resim yerini insanın aynı şekilde kendini yarattığı resme bırakmıştır artık. Heykeltıraşın önünde şekilsiz bir hammadde, diyelim mermer, olsun ve bu maddeyi kullanarak bir Hermes heykeli yapmaya karar versin. Heykelin boyuna, kanatlı sandaletlerini nasıl yapacağına, ona pelerin giydirip giydirmeyeceğine kendisi karar verecektir. Heykel bittiğinde ise tamamen onun eseri olacaktır. Ondan yalnızca heykeltıraşın kendisi sorumlu olacaktır. Övülecek ya da eleştirilecek olan da odur.
Aynı şekilde insan da her yaptığından tamamen kendisi sorumludur. Suçu insan doğasına ya da ilk günaha atamaz. Bundan anlıyoruz ki varoluşçu ahlâkın benimsenmesiyle insanın omuzlarındaki sorumluluk artmıştır. Eğer tetiği çekmeyi seçerse kendinden başka suçlu aranmayacaktır. Eğer hayatını tehlikeye atarak boğulmakta olan bir adamı kurtarırsa da takdir edilecek olan “hepimizin içinde bulunan iyilik” türünden bir şey değil, yine kendisidir.
Bu nedenle insan ne olduğunun farkında olmalıdır. Varoluşunun bütün sorumluluğunu taşıdığını görmelidir. Artık bu sorumluluğu dinî bir cemaatle ya da içinde yaşadığı toplumla paylaşamayacağından kendi başına hareket etmelidir. Tamamen özgürdür ve özgürlüğün yükünü taşımakta zorlanmaktadır:
“Bu caddede yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüm gibi bir şey.”[2]
Özgürlüğün bu kadar ağır bir yük olmasının sebebi sorumluluğu artırmış olmasıdır. İnsan tamamen özgürdür ve bu özgürlüğün sorumluluğu tamamen kendisine aittir.
III. Negatif Aydınlanma
Tanrının olmadığı, kaotik, yabancı ve absürd bir dünyada yaşamaya mahkûm olduğunu ve kendini tasarlaması gerektiğini fark edince insanın ilk tepkisi ne olur? Bu tamamen yabancı ortama nasıl uyum sağlar? Ahlâki sorumluluğunun altında ezilir mi yoksa sonunda kendini ve kendi ahlâki değerlerini yaratmayı başarabilir mi? Önce Sartre’in Bulantı adlı romanının kahramanı Antoine Roquentin’e dönelim ve onun tepkisini görelim. Roquentin bahçede oturmaktadır ve gerçeği henüz fark etmiştir:
“Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık gibi hissediyordu. Fazlalık. Bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek bağlantı işte buydu. Atkestanelerini saymaya onları Velléda’ya göre konumlandırmaya, yüksekliklerini çınar ağaçlarının yüksekliğiyle karşılaştırmaya boşu boşuna uğraşıyorum. Çünkü her biri, kendisini içine sokmak istediğim bağlantılardan kaçıyor, taşıyordu... Şurada karşında, biraz solda duran atkestanesi fazlalıktı. Velléda da fazlalıktı. Ve ben (yumuşak, güçsüz, müstehcen, sindirim yapıp duran, kara düşünceler dalan) ben de fazlalıktım.” [3]
Roquetin, kendisi ve etrafındaki ağaçlar arasında hiçbir fark görmez. İçinde bulunduğu ortama yabancılaşmıştır ve onunla kurabileceği tek bağlantı fazlalıktır. İntiharı düşünür bir an için ama sonra bunun da anlamsız olacağını, fazlalık olacağını fark eder:
“Cesedim de; bu güleç bahçenin dibinde, çınar ağaçlarının arasında, şu çakıl taşlarının üzerinde, kanım da fazlalık olacak; en sonunda temizlenmiş, kabuğu çıkarılmış, dişler gibi temiz ve ak pak kemiklerim de fazlalık olarak kalacaktı.”[4]
Kendini birdenbire içinde bulduğu bu kaotik dünyada yaşamak için de ölmek için de bir sebep yoktur. Roquentin kendinden başka kimseye karşı sorumlu değildir; dinin, toplumun kısıtlamalarından kurtulmuştur. Aynı zamanda varoluşunun hiçbir anlamı olmadığının farkına varmıştır. Kendini hiç tanımadığı bir şehirde kaybolmuş gibi hisseder. Omuzlarındaki, daha önce hiç fark etmediği yükü görünce de acı, yalnızlık ve ümitsizlikle karşı karşıya kalır. Acı duyar çünkü bu sorumluluktan kaçmanın mümkün olmadığını görmüştür.
Roquentin gerçeği görmüştür ama bu ona keyif vermez. Gerçek mutluluk ve tatmin duygusu yerine fazlalık, terk edilmişlik ve acı getirmiştir. Platon’un insanı, etrafındaki nesnelerin gerçek doğasını görünce, herkesin gördüğünün ötesine geçince kendini Tanrı gibi hisseder, oysa Sartre’ınki kendini tamamen değersiz görmeye başlar. Aydınlanmıştır ama negatif bir biçimde.[5]
Şimdi Roquentin’i gölün kıyısında bırakıp absürd ile, varoluşunun anlamsızlığı ile karşı karşıya gelmiş bir başka kahramana dönelim. Sisyphus’a, ya da Camus’un değişiyle “tanrıların işçisi”ne. Sisyphus, gerçeği gördüğü an kendini özgürleşmiş hisseder. Hatta onun mutlu olduğunu bile düşünebiliriz. Mutlu olabilir çünkü durumun farkındadır artık. Camus, Sisyphus’un varoluşunun gereksizliğinin ve anlamsızlığının farkına varışını Oedipus’un doğduğu günden beri önceden belirlenmiş olan kaderi yaşadığını anladığı ana benzetir. Oedipus kaderin kazandığını, gösterdiği tüm çabalarının onu kaderin kucağına koymaktan başka bir işe yaramadığını anlayınca gözlerini kör eder. Aslında o anda görmeye başlamıştır, aydınlanmıştır. “Her şey iyi” der. Negatif aydınlanma ona mutluluk getirir. Aynı şekilde, Sisyphus da varoluşunun anlamsızlığını görünce kendini mutlu hisseder:
“Sisyphus’u dağın eteğinde bırakıyorum. İnsan daima yeniden bulur yükünü. Ama Sisyphus tanrıları inkâr eden, kayaları kaldıran sadakati öğretir. O da ‘her şey iyi’ der sonunda. Efendisi olmayan evren ona kısır ve değersiz görünmez. O taşın her atomu, o dağı oluşturan her mineral tabakası bir dünyadır. Yükseklere doğru uzanan mücadele insanın kalbini doldurmaya yeter. Sisyphus’un mutlu olduğunu düşünmeliyiz”[6]
Camus de intihara karşıdır ama Sartre’ınkinden farklı nedenlerle. Roquentin kendini öldürmez çünkü ölümünün de fazlalık olacağın inanmaktadır, Sisyphus yaşamaya devam eder çünkü durumumun farkına varmak onu yüceltmiştir. Özgürdür, absürde direnir, onunla mücadele eder, bu mücadele hayatının anlamı olur. Hayatın, varoluşunun anlamsızlığını görmek -çoğunluğun bunu hiçbir zaman görmediğini göz önüne alırsak- varlığını değerli kılmıştır. Absürd insan Sisyphus’un kayasına bağlı olduğu gibi hayata bağlıdır. Hayatı onun kayasıdır.
IV. Çıkış Yolu Var Mı?
Felsefe
Durumunun ve bunu değiştiremeyeceğinin farkına varan insan ne yapmalı? Felsefe yaparak bu fazlalık hissinden kurtulabilir mi? Sartre’ın bu soruya verdiği cevap olumsuzdur. Düşünce, farkındalılığı artırdığı için daha fazla acı verir çünkü:
“Düşünmenin önüne geçsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız...Hepsinden kötü, çünkü kendimi, bu işe karışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşma durumu yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendinden devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür ben geliştiririm... Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum.”[7]
Fazlalık hissinden, bundan dolayı duyduğu acıdan düşünerek kurtulamaz çünkü bunları hissetmesine neden olan düşünmesidir zaten. Düşünmeyenler, hayatın anlamı ─ ya da anlamsızlığı─ üzerine kafa yormayanlar bir önceki bölümde tartışmaya çalıştığım negatif aydınlanmayı tecrübe etmezler. Acı, endişe, yalnızlık düşünmenin sonucudur. Bu nedenle felsefe yaparak bunlardan kurtulmak mümkün değildir. Aksine, Sartre’a göre, felsefe insanın bu duyguları daha da yoğun hissetmesine neden olur.
Kendini Bilmek
Peki ya kendini bilmek insanın durumuyla, duyduğu acıyla başa çıkmasını sağlayabilir mi? Farkına varma safhasından sonra gelmesi beklenen kendini tasarlama süreci boyunca ona yardım edebilir mi? Kendini bilmek Sartre felsefesinin önemli unsurlarından biridir, çünkü en derin hislerini ve ahlâki sınırlarını bilmeyen, onların farkında olmayan insan kendini tasarlayamaz. Kendini aldatmaya devam eder. Ancak, Sartre kendini bilmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanmaktadır. Kendini tanıma, bilme süreci boyunca insan hem bilen hem bilinendir. Bir yandan kendini tanımak için içine bakarken bir yandan da kendini belirlemeye çalışmaktadır. Kendini bilmek pasif bir süreç değildir artık. İnsan bu süreç boyunca bir yandan kendinin keşfetmekte bir yandan da yaratmaktadır. Bu nedenle Jopling, kendini tanımaya çalışan insanı yürüdüğü yolu yapan bir gezgine benzetir. İnsan yürürken bir yandan da ayaklarının altındaki yolu yaratmaktadır[8]. Bunu hayatını yazmaya çalışan bir adamın durumuna benzetebiliriz. Yazmak da hayatının eylemidir ve hayatının parçasıdır. Bu nedenle yazar yazarken bir yandan kendini belirlemeye devam etmektedir.
Bu demek oluyor ki, varoluşçu insan kendini bilebilirse kendini ve kendi ahlâki değerlerini de yaratabilir. Ancak bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır, çünkü insan kendini tanımaya, anlamaya çalışırken kendinden uzaklaşmaktadır aslında:
“Kendimi anlama çabalarım ve bunun anlamsızlığı ile Poincaré’nin tarif ettiği küreyi karşılaştırabiliriz. Kürenin merkezinden yüzeyine doğru ilerledikçe ısı düşer. Canlılar merkezden başlayıp yüzeye doğru ilerlemeyi hedeflerler ama ısının düşmesi onlarda giderek artan bir büzüşmeye neden olur. Hedeflerine ulaşmaya çalışırken bir yandan düzleşmektedirler.”[9]
Kendini bilmek, varoluşçu felsefeyle imkânsız bir süreç halini almıştır. Camus de, Sartre gibi, insanın kendine yabancı kalmaya mahkûm olduğunu düşünmektedir. Sokrates felsefesindeki “kendini bil” öğretisini kısır bir çaba olarak görür Camus. İnsan kendini tanıma, bilmeye çalıştıkça o parmaklarının arasından daha hızlı kayıp gidecektir.[10]
Aşk
Bundan anlaşılıyor ki, insan hayatının anlamsızlığından, fazlalık hissinden, düşünerek ya da kendini tanımaya çalışarak kurtulamaz. Varoluşçulara göre düşünmek bir çıkış değil sebeptir. Sokratik anlamda kendini tanıma da ulaşılması mümkün olmayan bir hedeftir. Tıpkı aşk gibi. Eğer mümkün olsaydı insanın varoluşuna anlam katabilirdi. Roquentin “Aslında fazlalık değilim, burada olmamın nedeni sevmek ve sevilmek” diyebilirdi. Sartre, Bulantı’da bunun mümkün olmadığını savunur. Aynı şekilde, Camus de hayatın anlamsızlığından kurtulmamızı sağlayacak bir aşkın olanaklı olmadığını ileri sürer. Tek yapabileceğimiz, tıpkı Don Juan gibi, sevdiğimiz insanların sayısını artırarak ölümsüzlüğü yakalamaya çalışmaktır. Ancak bu, fazlalık duygusunu azaltacağına artırır.
Varoluşçu dünyada insanların birbirlerine duyduğu aşkın çok fazla anlamı yoktur. Aşkın gücü, bırakın imparatorlukları, insanların kaderini değiştirmeye bile yetmez. Camus’un Yabancı’sında Meursault aşktan bezelyelerden, patateslerden hiçbir farkı yokmuş gibi söz eder:
“Biraz sonra ‘Beni seviyor musun?’ diye sordu. ‘Bu sorunun anlamı yok ama galiba hayır,’ dedim. Mahzunlaştı.”[11]
Görülüyor ki aşkı aramaya başlamak da bir yere götüremez insanı. İnsan kaybolmuşluk hissinden aşık olarak kurtulamaz. Böyle bir aşk teoride mümkün olsa bile varoluşçu dünyada değildir.
V. Sonuç
Peki doğru tepki nedir?
Başkaldırı.
İntihar sorunu çözemez. Yalnızca bizi onunla yüzleşmekten kurtarır. Felsefe sorunun daha da büyümesine neden olur. Kendini bilmek ve aşık olmak sorunun çözülmesine yardımcı olabilirdi. Ancak varoluşçu dünyada her ikisi de ulaşılması mümkün olmayan hedefledir. Ayrıca anlamlarının çoğunu yitirmişlerdir. Bu nedenle, tek anlamlı, tutarlı tepki başkaldırıdır. Başkaldırı kahramanca bir tepkidir ve bu nedenle hayata anlam kazandırabilir.
Varoluşçu insan omuzlarına binen yükün farkındadır, uzun yıllardır insanın kendini geliştirmesine, hatta aşmasına yardımcı olan edimlerin bir faydası olmadığının bilincindedir ama intiharı reddeder. Kaçmayı reddeder. Bu da onun başkaldırısıdır. Durumunu kabullenir, kaçmayı denemek yerine sorumluluğu kabul eder. Artık kendi doğrularını yaratmaya, tanrının olmadığı bir dünyada aziz olmaya hazırdır.

Kaynakça
CAMUS, Albert (1975), The Myth of Sisyphus. Çev., J.O’Brian, Penguin Books, London.
CAMUS, Albert (1984), Yabancı, Çev., Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, İstanbul.
JOPLING, David (1992), The Cambridge Companion to Sartre, Cambridge University Press, Cambridge.
MARCEL, Gabriel (1956) The Philosophy of Existentialism, Çev., M. Harari, Citadel Press, New Jersey.
SARTRE, Jean-Paul (1985) Varoluşçuluk, Çev., Asım Bezirci. Say Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1997) Bulantı, Çev., Selatattin Hilav, Can Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1969), Being and Nothingness, Çev., E. Barne, Methuen, London.

Dipnotlar
[1] Sartre 1985, 63-4.
[2] Sartre1997.
[3] Ibid., 172.
[4] Ibid., 173.
[5] Bakınız Marcel 1956, 53 “Aydınlanmanın negatif olup olamayacağını sorgulayabiliriz elbette, aydınlanmak demek, ışık demektir, ve absürd donukluğun ta kendisidir, ışık vermez” Çev. I.E.
[6] Camus 1975, 111.
[7] Sartre 1997, 135.
[8] Bakınız Jopling, 120-1.
[9] Sartre 1969, 286. Çev. I.E.
[10] Camus 1975, 24.
[11] Camus 1984, 42.<

1 yorum:

  1. Ben Sartre ile Camus arasında ciddi bir ayrım görmüşümdür hep. Sartre'ın karakterleri her şeye yabancılaşan, özellikle insanın varoluşundan tiksinti duyanlardan oluşmuşken, Camus'nun karakterleri kayıtsızlıklarının içinde hala anlamı sorgulayan, anlam arayanlar olmuştur. En büyük paradoks olmak istediğimiz kişi olmaya çalıştığımız zaman dilimiyse hayat, olduktan sonraki süreç nedir? Olduktan sonraki diye bir süreç imkansızdır ve hiç var olmayacaktır.Absurde'un aşılamaz bariyerleri.

    YanıtlaSil