26 Kasım 2010 Cuma

Hristiyanlık ve Tüketim; "Rakip Kardeşlerin” Hâkimiyet Kavgası



Sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklara uyarlanması sanatı “İktisat”. Sınırsız ihtiyaçlarımızın kıt paralara rağmen temin edebilmemizi sağlayan sistem ise; “Kapitalizm”. Paranoyakça düşünülürse, iktisat tanımını yapanların hepsinin kapitalist olduğu ortaya çıkar. Gariptir, çünkü sınırsız ihtiyaçlarımız olmadığını düşünen bir grup insan vardır. Temel olarak, bütün canlıların temel ihtiyaçları; barınma, karnını doyurma ve üreme. Arkamızda şekillenen farklı bir ekonomi ve ihtiyaç tablosu var. Zamanla yarışan dünya da işimizi hızlandıran argümanlar var. Küreselleşme ile beraberinde gelen ticari ilişkilerden kültür alıntıları var. Kaybolan savaşlardan bize kalan tek tipleştirme. Şirketlerin kurumsallık zırvalamalarıyla yarattığı büro personelleri, çoğunun takım elbise giydiğini düşünürsek. İsteklerin her zaman aynı olduğu topluluklar yeni yaratılan alt kültürler, sıkıcı bulsak da bunların her gün medyada bize tanıtılması, kadın vücudu kullanılarak eşyaların aklımızdaki imgelerinin değiştirilmesi, artık o eşyayı aldığımızda eksikliğimizi tamamlamak değil de bizi sınıf atlatmak için bir tramboline dönüşmesi garip ve düşündürücü. Bunların nedenleri burada açıklanamayacak kadar uzun ve çetrefilli. Tamda bu noktada benim yapmaya çalışacağım, bu kadar uzun ve çetrefil olan bir konuya farklı bir açıdan bakmaya çalışmaktır.
Kapitalizm de, Protestanlığın öncü rol oynadığını söyleyen Max Weber, İngiltere’de püriten ahlakın birikime neden olduğunu ve bundan sonra ahlakın sağladığı faydayı kullanıp zenginleştiğini dile getirir kısaca. Fani dünya alışkanlıklarından arındırılmış sadece çalışmanın ve Pazar günleri kiliseye gitmenin ibadet sayıldığı bir ahlaktan bahsediyorum tabiî ki. Yani tüketimin en aza indirildiği paranın sadece birikim için kazanıldığı bir ahlaktan.
Dönem dönem kendini yenileme ihtiyacı hisseden kapitalizm yanında bayrak tutan taraftarlarını da yenileme ihtiyacı duymuştur. Ahlak anlayışlarını değiştirmesi gereken bir Hıristiyan kesim vardır. Artık tüketime o kadar da sert bir duruş sergilemeyen Hristiyanlar yaratılmıştır. Hatta kutsal kitaptan alıntılar yaparak bunlara inandırılmıştır. Yani yine değiştirilen ahlakda, en büyük kaynakça İncil olmuştur.
Çocukluk dönemlerimde kiliseye sıkça giden bir hristiyandım. Din derslerine katılır Pazar ayinlerini kaçırmaz hatta arada yapılan tespih dualarında papazın yardımcısı olarak görev bile almışlığım olurdu. O zamanlarda çocuklara sorulan en sık soru tanrıdan ne istiyorsunuz sorusuydu. Çünkü tanrıya sürekli dua ederseniz o size istediğinizi verecekti ve bunu bizlere “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır”( Luka 11:7 ) ayeti ile de açıklıyorlardı. Usanmayın durmayın sürekli dua edin tanrı size istediklerinizi mutlaka verecektir derlerdi. Tabi artık değişen düzende istediklerimiz belli bir eşya veya sadece para ile satın alınan şeylerden oluştuğu için. Her zaman daha fazla para isterdik.
Daha fazla para istediğimiz zamanlara denk geldi AVM’ler de nedense. Boş zamanlarımızda geldiğimiz, eğlendiğimiz, alışveriş yapıp filmimizi izledikten sonra yenilen yemeğin içilen bir kutu kolanın akabinde çıkarılan gaz kadar haz vermese gerek diğer fani dünya alışkanlıkları.
İnsanoğlunun aslında en büyük sıkıntısı zaman ve bunu unutturmaya savaş açmış alışveriş merkezleri. Cephenin taraflarından kazanan tabiî ki alışveriş merkezleri. Her katı farklı bir estantene her katı farklı bir zaman ve dünya. Biraz panayır, biraz mahallemizdeki pazar, sokak hamamlarımız, siyasetin konuşulduğu berberlerimiz ve apartmanın altındaki bakkal efendi. Bu kadar aslında özlemini çektiğimiz yerlere ulaşmanın basit, kolay ve rahat olması hazzın misli misli katlanmasına neden oluyor. Gariptir ki özgürlüğümüzde birlikte mislileşiyor. Farklı ürün seçenekleri tarzlarımızı kültürlerimizi yaratan tüketim, oralarda vücut bulup bizi biraz ehlileştirip birazcıkta hırçınlaştırmaya devam ediyor. Arzuladığımız özlemini çektiğimiz “argümanlar orada ve ulaşılmaz değil” mesajı veriyor. Binbirgece masallarında geçen ecinnilerin etrafımızda dolaşıp ( Billboardlar ) bize güzel haberler vermesine çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde 112’yi arayıp yardım dileyensimiz var. “Beni güçlü ağır ve oturaklı bir erkek yap veya güzel zor beğenen ayrıca bir o kadar bağımsız bir kadın yap. Kendimi özel hissetmem lazım. Locadan film izler gibi kıyafetlerin önümde sıralanması lazım. “Tanrım beni baştan yarat” diyesiniz geliyor bu aşamadan sonra.
Eksik bir şeyler var diyesiniz geliyor burada. Burada bir mabet, bir tapınak. Şehirde olupta alışveriş merkezlerinde olmayan tek şey; kilise, cami veya sinagog. Görünmez el zaten görevini tam anlamıyla yapıyor. Burada farkındalığı yaratmakta zorlanıyoruz. Bizim arzularımız var ve arzularımızı mesaj atabilecek bir evren. Evrenden mesaja ne zaman cevap gelir bilinmez ama birgün gelecektir. Birgün o üstü açık tek kapılı arabaya sahip olacağım.
Baktık ki tanrı buradan sonra oyundan saf dışı edilmiş veya kırmızı kartı görmüş yerini enerji ve evren, bilinç ve farkındalık gibi kavramlar almıştı. Sistemin bize aynı kültürleri yenileyip tekrar tekrar sunması gibi Hristiyanlığın yenilenip bize tekrar sunulması gibi hissetmiştim. Neo – idealist felsefe ortaya atılmıştı. İnsanlar artık bir bütün olarak bunlara inanıyorlardı. Hristiyanlıktan daha geniş kesimlere ulaşmıştı. Çünkü bir din değildi, sınırlandırılmamıştı. Evrene mesajın varsa bunu yolla bunun için çalış ve zamanı geldiğinde evren sana istediğini verecektir. Bunun üzerine kitaplar yazıldı, satış rekorları kırdı. Gerçekten buna inanan ünlüler medyada yerlerini aldı. Hatta bu felsefe bilim ile de kanıtlanmaya çalışıldı. Quantum bile işin içine girdi. Panayırlardan ve pazarlardan bugüne gelen alışveriş merkezleri gibi artık Hristiyanlığın da bugüne gelen şekli bize aynen bu şekilde yansımaktadır.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Postmodernizm ve Tüketim Kültürü

Bugünlerde daldığım tüketim konusuna tekrardan bir bakış attım. Tavsiye edebileceğim mükemmel bir kaynakta buldum Mike Featherstone'a ait olan eser "Postmodernizm ve Tüketim Kültürü" adını taşıyor. Kitabın içindekiler kısmını incelerseniz eminim çok hoşunuza gidecektir. Çünkü tam bir sosyolojik dizin oluşturmuş kendine. Geçmişten bugüne inceleyeceğiniz bu tutarlı eser güzel bir girizgah olabilir. "Tüketim toplumu" yazarı oLan Jean Baudrillard'a giriş için birebir . Karmaşık sistemlerin ve karmaşa yaratan ihtiyaçlarımızın anlamını kaybetmiş içinden çıkılmaz bir hale gelişinin tarihçesidir diyebiliriz.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Muhabbet Kralı

Okan Bayülgenin Muhabbet Kralı programını izleyen var mı bilmiyorum ama dün denk geldim. Benim sevdiğim dinlemekten de çokça zevk aldığım "Cinsellik" ana temalı değil ama psikanaliz ve freud konuşulunca illaki cinsellik hakkında da yorumlar kaçınılmaz olmaktadır. "Oidipus" kompleksi ve "Kastrasyon" kompleksine değişik örnekler ve psikiyatrilerin hastalarından anlattıkları örneklerle birlikte aklımda çok karmaşık sorular oluşmaya başladı. Türk toplumunun oidipus kompleksini çokça yaşadığı ve etkilerinin insanların evlenme çağlarından sonrada devam ettiğini söylediler şaşırdım. İkinci olarak Kastrasyon komplekside bizim toplumumuzda sünnetle alakalı olarak oluştuğunu söylemlerine ekleyip Sünnet edilme yaşlarının 0-2 ve 6 sonrası yaşlarda olması gerektiğini bildirdiler. Ve 2 ila 6 yaş arası sünnet olan çocuklarda bu kompleksi çokça yaşadıkları için ileriki cinsel deneyimlerinde erekte olamama sorunu ve erken boşalma problemlerine yol açtığı söylenmiştir.

Dün dinlediklerim böyledir.
İyi Okumalar.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

KaN

Kanlı Cinsel deneyimler, kanlı ısırıklar, kanlı mastürbasyon;

İki gün önce mazgalın üstünde oturan kadına dedim ki;
-Kanı süzüyorsunda şehrin sularında kanalizasyonlarda belli olmucak izin kalmıcak
-Gel bari benim çarşafımda süz izi kalır birdaha geldiğinde görürsün.
-O zaman belki şehvetli hardcore bir sex yaparız ben seni tokatlarken sende beni boynumdan,kulaklarımdan, göğüs uçlarımdan ısırırsın.
-Benimkinde dörtten sonra kan geliyor haberin olsun beşinciyi zorlatma bana

Fazla kan akmasın "İsa" alınır.
Üçleme bozulur
Dörtlemeyi zorlama
Beşleme kanatır.

14 Mayıs 2010 Cuma

Tanrının oLmadığı Bir Dünyada Aziz oLmak

Uzun zamandan beri hakim olan bu anlayış yirminci yüzyılda varoluşçu felsefenin ortaya çıkışıyla sarsıldı. Artık değerler elde edilmeyecek insan tarafından yaratılacaktı. İnsandan kendini ve ahlâki değerlerini belirlemesi bekleniyordu. Artık insan geleneklerle, Tanrı, kilise inancıyla ve onların kendisine dayattığı değerlerle sınırlı değildi. Seçimlerine, edimlerine göre kendini gerçekleştirebilirdi. Kendi ahlâki değerlerini yaratmakta özgürdü. Tanrının olmadığı bir dünyada aziz olabilirdi.
Bu yazıda binlerce yıldır süregelen bir geleneğe karşı çıkışın üzerinde durmak istiyorum. Önce Sartre ve Camus’nün eserleri ışığında kısaca varoluşçuluğu tartışacağım. Varoluşçuluğun temel öncüllerinden ve bu öncülleri kabul etmenin ahlâki sonuçlarından söz edeceğim. İkinci bölümde insanın varoluşçu gerçeklikle karşılaşmasını, varlığının anlamsızlığını fark edişini ve birdenbire omuzlarına binen sorumluluğu açıklamaya çalışacağım. Son olarak da düşünmenin, felsefe yapmanın, kendini tanımanın ve aşkın ona faydası olup olmayacağını tartışacağım.
II. Ahlâki Sorumluluk Artıyor
“Varoluşçuya göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez, hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.... İnsan kendini ne yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun temel ilkesi budur işte”[1]
Varoluşçu dünyada bir tasarı, ilahi bir düzen olmadığına göre her şey insan davranışlarıyla, edimleriyle belirlenir. İnsan, doğasındaki bir özellikten ötürü belli bir biçimde davranmaz, aksine seçimlerini yapar, bazı davranışlar içine girer ve doğası böyle belirlenir. Seçimleri ve edimleriyle kendini yaratır. Bir bakıma insan, yaptıklarının toplamından ibarettir. Tüm seçimlerini kendisi yapar, ne şekilde var olacağını kendisi belirler. Bu nedenle, bitip tükenmeyen bir kendini yaratma sürecinin ötesinde bir şey değildir.
Sartre, insanın kendini yaratma sürecini bir heykeltıraşın eserini yaratma sürecine benzetir. Tanrı’nın elindeki hammaddeden insanı yarattığı resim yerini insanın aynı şekilde kendini yarattığı resme bırakmıştır artık. Heykeltıraşın önünde şekilsiz bir hammadde, diyelim mermer, olsun ve bu maddeyi kullanarak bir Hermes heykeli yapmaya karar versin. Heykelin boyuna, kanatlı sandaletlerini nasıl yapacağına, ona pelerin giydirip giydirmeyeceğine kendisi karar verecektir. Heykel bittiğinde ise tamamen onun eseri olacaktır. Ondan yalnızca heykeltıraşın kendisi sorumlu olacaktır. Övülecek ya da eleştirilecek olan da odur.
Aynı şekilde insan da her yaptığından tamamen kendisi sorumludur. Suçu insan doğasına ya da ilk günaha atamaz. Bundan anlıyoruz ki varoluşçu ahlâkın benimsenmesiyle insanın omuzlarındaki sorumluluk artmıştır. Eğer tetiği çekmeyi seçerse kendinden başka suçlu aranmayacaktır. Eğer hayatını tehlikeye atarak boğulmakta olan bir adamı kurtarırsa da takdir edilecek olan “hepimizin içinde bulunan iyilik” türünden bir şey değil, yine kendisidir.
Bu nedenle insan ne olduğunun farkında olmalıdır. Varoluşunun bütün sorumluluğunu taşıdığını görmelidir. Artık bu sorumluluğu dinî bir cemaatle ya da içinde yaşadığı toplumla paylaşamayacağından kendi başına hareket etmelidir. Tamamen özgürdür ve özgürlüğün yükünü taşımakta zorlanmaktadır:
“Bu caddede yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüm gibi bir şey.”[2]
Özgürlüğün bu kadar ağır bir yük olmasının sebebi sorumluluğu artırmış olmasıdır. İnsan tamamen özgürdür ve bu özgürlüğün sorumluluğu tamamen kendisine aittir.
III. Negatif Aydınlanma
Tanrının olmadığı, kaotik, yabancı ve absürd bir dünyada yaşamaya mahkûm olduğunu ve kendini tasarlaması gerektiğini fark edince insanın ilk tepkisi ne olur? Bu tamamen yabancı ortama nasıl uyum sağlar? Ahlâki sorumluluğunun altında ezilir mi yoksa sonunda kendini ve kendi ahlâki değerlerini yaratmayı başarabilir mi? Önce Sartre’in Bulantı adlı romanının kahramanı Antoine Roquentin’e dönelim ve onun tepkisini görelim. Roquentin bahçede oturmaktadır ve gerçeği henüz fark etmiştir:
“Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık gibi hissediyordu. Fazlalık. Bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek bağlantı işte buydu. Atkestanelerini saymaya onları Velléda’ya göre konumlandırmaya, yüksekliklerini çınar ağaçlarının yüksekliğiyle karşılaştırmaya boşu boşuna uğraşıyorum. Çünkü her biri, kendisini içine sokmak istediğim bağlantılardan kaçıyor, taşıyordu... Şurada karşında, biraz solda duran atkestanesi fazlalıktı. Velléda da fazlalıktı. Ve ben (yumuşak, güçsüz, müstehcen, sindirim yapıp duran, kara düşünceler dalan) ben de fazlalıktım.” [3]
Roquetin, kendisi ve etrafındaki ağaçlar arasında hiçbir fark görmez. İçinde bulunduğu ortama yabancılaşmıştır ve onunla kurabileceği tek bağlantı fazlalıktır. İntiharı düşünür bir an için ama sonra bunun da anlamsız olacağını, fazlalık olacağını fark eder:
“Cesedim de; bu güleç bahçenin dibinde, çınar ağaçlarının arasında, şu çakıl taşlarının üzerinde, kanım da fazlalık olacak; en sonunda temizlenmiş, kabuğu çıkarılmış, dişler gibi temiz ve ak pak kemiklerim de fazlalık olarak kalacaktı.”[4]
Kendini birdenbire içinde bulduğu bu kaotik dünyada yaşamak için de ölmek için de bir sebep yoktur. Roquentin kendinden başka kimseye karşı sorumlu değildir; dinin, toplumun kısıtlamalarından kurtulmuştur. Aynı zamanda varoluşunun hiçbir anlamı olmadığının farkına varmıştır. Kendini hiç tanımadığı bir şehirde kaybolmuş gibi hisseder. Omuzlarındaki, daha önce hiç fark etmediği yükü görünce de acı, yalnızlık ve ümitsizlikle karşı karşıya kalır. Acı duyar çünkü bu sorumluluktan kaçmanın mümkün olmadığını görmüştür.
Roquentin gerçeği görmüştür ama bu ona keyif vermez. Gerçek mutluluk ve tatmin duygusu yerine fazlalık, terk edilmişlik ve acı getirmiştir. Platon’un insanı, etrafındaki nesnelerin gerçek doğasını görünce, herkesin gördüğünün ötesine geçince kendini Tanrı gibi hisseder, oysa Sartre’ınki kendini tamamen değersiz görmeye başlar. Aydınlanmıştır ama negatif bir biçimde.[5]
Şimdi Roquentin’i gölün kıyısında bırakıp absürd ile, varoluşunun anlamsızlığı ile karşı karşıya gelmiş bir başka kahramana dönelim. Sisyphus’a, ya da Camus’un değişiyle “tanrıların işçisi”ne. Sisyphus, gerçeği gördüğü an kendini özgürleşmiş hisseder. Hatta onun mutlu olduğunu bile düşünebiliriz. Mutlu olabilir çünkü durumun farkındadır artık. Camus, Sisyphus’un varoluşunun gereksizliğinin ve anlamsızlığının farkına varışını Oedipus’un doğduğu günden beri önceden belirlenmiş olan kaderi yaşadığını anladığı ana benzetir. Oedipus kaderin kazandığını, gösterdiği tüm çabalarının onu kaderin kucağına koymaktan başka bir işe yaramadığını anlayınca gözlerini kör eder. Aslında o anda görmeye başlamıştır, aydınlanmıştır. “Her şey iyi” der. Negatif aydınlanma ona mutluluk getirir. Aynı şekilde, Sisyphus da varoluşunun anlamsızlığını görünce kendini mutlu hisseder:
“Sisyphus’u dağın eteğinde bırakıyorum. İnsan daima yeniden bulur yükünü. Ama Sisyphus tanrıları inkâr eden, kayaları kaldıran sadakati öğretir. O da ‘her şey iyi’ der sonunda. Efendisi olmayan evren ona kısır ve değersiz görünmez. O taşın her atomu, o dağı oluşturan her mineral tabakası bir dünyadır. Yükseklere doğru uzanan mücadele insanın kalbini doldurmaya yeter. Sisyphus’un mutlu olduğunu düşünmeliyiz”[6]
Camus de intihara karşıdır ama Sartre’ınkinden farklı nedenlerle. Roquentin kendini öldürmez çünkü ölümünün de fazlalık olacağın inanmaktadır, Sisyphus yaşamaya devam eder çünkü durumumun farkına varmak onu yüceltmiştir. Özgürdür, absürde direnir, onunla mücadele eder, bu mücadele hayatının anlamı olur. Hayatın, varoluşunun anlamsızlığını görmek -çoğunluğun bunu hiçbir zaman görmediğini göz önüne alırsak- varlığını değerli kılmıştır. Absürd insan Sisyphus’un kayasına bağlı olduğu gibi hayata bağlıdır. Hayatı onun kayasıdır.
IV. Çıkış Yolu Var Mı?
Felsefe
Durumunun ve bunu değiştiremeyeceğinin farkına varan insan ne yapmalı? Felsefe yaparak bu fazlalık hissinden kurtulabilir mi? Sartre’ın bu soruya verdiği cevap olumsuzdur. Düşünce, farkındalılığı artırdığı için daha fazla acı verir çünkü:
“Düşünmenin önüne geçsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız...Hepsinden kötü, çünkü kendimi, bu işe karışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşma durumu yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendinden devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür ben geliştiririm... Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum.”[7]
Fazlalık hissinden, bundan dolayı duyduğu acıdan düşünerek kurtulamaz çünkü bunları hissetmesine neden olan düşünmesidir zaten. Düşünmeyenler, hayatın anlamı ─ ya da anlamsızlığı─ üzerine kafa yormayanlar bir önceki bölümde tartışmaya çalıştığım negatif aydınlanmayı tecrübe etmezler. Acı, endişe, yalnızlık düşünmenin sonucudur. Bu nedenle felsefe yaparak bunlardan kurtulmak mümkün değildir. Aksine, Sartre’a göre, felsefe insanın bu duyguları daha da yoğun hissetmesine neden olur.
Kendini Bilmek
Peki ya kendini bilmek insanın durumuyla, duyduğu acıyla başa çıkmasını sağlayabilir mi? Farkına varma safhasından sonra gelmesi beklenen kendini tasarlama süreci boyunca ona yardım edebilir mi? Kendini bilmek Sartre felsefesinin önemli unsurlarından biridir, çünkü en derin hislerini ve ahlâki sınırlarını bilmeyen, onların farkında olmayan insan kendini tasarlayamaz. Kendini aldatmaya devam eder. Ancak, Sartre kendini bilmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanmaktadır. Kendini tanıma, bilme süreci boyunca insan hem bilen hem bilinendir. Bir yandan kendini tanımak için içine bakarken bir yandan da kendini belirlemeye çalışmaktadır. Kendini bilmek pasif bir süreç değildir artık. İnsan bu süreç boyunca bir yandan kendinin keşfetmekte bir yandan da yaratmaktadır. Bu nedenle Jopling, kendini tanımaya çalışan insanı yürüdüğü yolu yapan bir gezgine benzetir. İnsan yürürken bir yandan da ayaklarının altındaki yolu yaratmaktadır[8]. Bunu hayatını yazmaya çalışan bir adamın durumuna benzetebiliriz. Yazmak da hayatının eylemidir ve hayatının parçasıdır. Bu nedenle yazar yazarken bir yandan kendini belirlemeye devam etmektedir.
Bu demek oluyor ki, varoluşçu insan kendini bilebilirse kendini ve kendi ahlâki değerlerini de yaratabilir. Ancak bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır, çünkü insan kendini tanımaya, anlamaya çalışırken kendinden uzaklaşmaktadır aslında:
“Kendimi anlama çabalarım ve bunun anlamsızlığı ile Poincaré’nin tarif ettiği küreyi karşılaştırabiliriz. Kürenin merkezinden yüzeyine doğru ilerledikçe ısı düşer. Canlılar merkezden başlayıp yüzeye doğru ilerlemeyi hedeflerler ama ısının düşmesi onlarda giderek artan bir büzüşmeye neden olur. Hedeflerine ulaşmaya çalışırken bir yandan düzleşmektedirler.”[9]
Kendini bilmek, varoluşçu felsefeyle imkânsız bir süreç halini almıştır. Camus de, Sartre gibi, insanın kendine yabancı kalmaya mahkûm olduğunu düşünmektedir. Sokrates felsefesindeki “kendini bil” öğretisini kısır bir çaba olarak görür Camus. İnsan kendini tanıma, bilmeye çalıştıkça o parmaklarının arasından daha hızlı kayıp gidecektir.[10]
Aşk
Bundan anlaşılıyor ki, insan hayatının anlamsızlığından, fazlalık hissinden, düşünerek ya da kendini tanımaya çalışarak kurtulamaz. Varoluşçulara göre düşünmek bir çıkış değil sebeptir. Sokratik anlamda kendini tanıma da ulaşılması mümkün olmayan bir hedeftir. Tıpkı aşk gibi. Eğer mümkün olsaydı insanın varoluşuna anlam katabilirdi. Roquentin “Aslında fazlalık değilim, burada olmamın nedeni sevmek ve sevilmek” diyebilirdi. Sartre, Bulantı’da bunun mümkün olmadığını savunur. Aynı şekilde, Camus de hayatın anlamsızlığından kurtulmamızı sağlayacak bir aşkın olanaklı olmadığını ileri sürer. Tek yapabileceğimiz, tıpkı Don Juan gibi, sevdiğimiz insanların sayısını artırarak ölümsüzlüğü yakalamaya çalışmaktır. Ancak bu, fazlalık duygusunu azaltacağına artırır.
Varoluşçu dünyada insanların birbirlerine duyduğu aşkın çok fazla anlamı yoktur. Aşkın gücü, bırakın imparatorlukları, insanların kaderini değiştirmeye bile yetmez. Camus’un Yabancı’sında Meursault aşktan bezelyelerden, patateslerden hiçbir farkı yokmuş gibi söz eder:
“Biraz sonra ‘Beni seviyor musun?’ diye sordu. ‘Bu sorunun anlamı yok ama galiba hayır,’ dedim. Mahzunlaştı.”[11]
Görülüyor ki aşkı aramaya başlamak da bir yere götüremez insanı. İnsan kaybolmuşluk hissinden aşık olarak kurtulamaz. Böyle bir aşk teoride mümkün olsa bile varoluşçu dünyada değildir.
V. Sonuç
Peki doğru tepki nedir?
Başkaldırı.
İntihar sorunu çözemez. Yalnızca bizi onunla yüzleşmekten kurtarır. Felsefe sorunun daha da büyümesine neden olur. Kendini bilmek ve aşık olmak sorunun çözülmesine yardımcı olabilirdi. Ancak varoluşçu dünyada her ikisi de ulaşılması mümkün olmayan hedefledir. Ayrıca anlamlarının çoğunu yitirmişlerdir. Bu nedenle, tek anlamlı, tutarlı tepki başkaldırıdır. Başkaldırı kahramanca bir tepkidir ve bu nedenle hayata anlam kazandırabilir.
Varoluşçu insan omuzlarına binen yükün farkındadır, uzun yıllardır insanın kendini geliştirmesine, hatta aşmasına yardımcı olan edimlerin bir faydası olmadığının bilincindedir ama intiharı reddeder. Kaçmayı reddeder. Bu da onun başkaldırısıdır. Durumunu kabullenir, kaçmayı denemek yerine sorumluluğu kabul eder. Artık kendi doğrularını yaratmaya, tanrının olmadığı bir dünyada aziz olmaya hazırdır.

Kaynakça
CAMUS, Albert (1975), The Myth of Sisyphus. Çev., J.O’Brian, Penguin Books, London.
CAMUS, Albert (1984), Yabancı, Çev., Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, İstanbul.
JOPLING, David (1992), The Cambridge Companion to Sartre, Cambridge University Press, Cambridge.
MARCEL, Gabriel (1956) The Philosophy of Existentialism, Çev., M. Harari, Citadel Press, New Jersey.
SARTRE, Jean-Paul (1985) Varoluşçuluk, Çev., Asım Bezirci. Say Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1997) Bulantı, Çev., Selatattin Hilav, Can Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1969), Being and Nothingness, Çev., E. Barne, Methuen, London.

Dipnotlar
[1] Sartre 1985, 63-4.
[2] Sartre1997.
[3] Ibid., 172.
[4] Ibid., 173.
[5] Bakınız Marcel 1956, 53 “Aydınlanmanın negatif olup olamayacağını sorgulayabiliriz elbette, aydınlanmak demek, ışık demektir, ve absürd donukluğun ta kendisidir, ışık vermez” Çev. I.E.
[6] Camus 1975, 111.
[7] Sartre 1997, 135.
[8] Bakınız Jopling, 120-1.
[9] Sartre 1969, 286. Çev. I.E.
[10] Camus 1975, 24.
[11] Camus 1984, 42.<

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kastrasyon Kompleksi

Yanılmıyorsam 27 Mart 2010 tarihli Disko Kralı programında Demet Sağıroğlu (yanlış hatırlıyor olabilirim) kendisine yöneltilen soruya cevap verirken çocukluğunda komşu çocuğun pipisini gördüğünden ve bende neden öyle bir şey yok diye kıskandığından bahsediyordu. Bu programı izlemeden birkaç gün evvel de bir arkadaşımın banyoda "ham meyvayı kopardılar dalından" şarkısını söylerim diye espri yapması beni aynı yönde düşündürmüştü. Bir de minibüste bir elemanın gürültü yapan çocuğa dönüp "yaramazlık mı yapıyorsun sen? bak sünnet ederim seni." diye tehdit ettiğini duyunca dedim ki evet kastrasyon kompleksi böyle bir şey olsa gerek.

Kastrasyon kompleksinin ne olduğuna gelirsek, Lacan'a göre arzu daima yokluk üzerinedir ve çocuk annenin fallusu, arzu nesnesi olmayı arzular, oysa anneni arzusu bu arzunun ötesindedir ve simgesel düzeyde çarpıtılmış olarak kaydedilmiştir. Ve çocuğun bu arzusunun karşılanmasının imkansızlığı özne ben'in oluşumunda ikinci ana gönderme yapar: Kastrasyon Kompleksi.

Bu aşama Freud'un Oedipal aşamasının farklı bir biçimde ifadesidir. Freud'un bu aşamaya ilişkin kuramının merkezinde anatomik olarak beden ya da başka bir şekilde ifade olunduğunda simgesel düzeyde bir kavram olan fallusun yerine penis yer alır. Yani kastrasyon penisten mahrum kalma üzerinedir. Bu da cinsel yaşamda erken boşalmayı getirecektir. Cinsel birleşme esnasında penis vajinaya girdiğinde kastrasyon kompleksi etkisi ile bir an önce bitmesi isteneceğinden (bilinç düzeyinde değil) erken boşalma gerçekleşecektir.

Dişli vajina rüyası gördüğünü söyleyen erkekler insanı düşündürtmektedir.

27 Nisan 2010 Salı

İskenderun Ve Cinsellik

"Çok 31 çekersen sikin kalkmaz"
Tarih: 27.04.2010
Yer: SGK İskenderun Şubesi
Evet dün tam zamanında oradaydım, yaptığım bir araştırma evresinde geçirdiğim istatistiki veri toplama sürecinde memurların muhabbetine tanık oldum.Cinsellik sohbetlerinin başı önce sikin kalkar mı kalkmaz mı diye başladı.Ondan sonra baktım adamın biri kendince çok değişik bir önermede bulundu Çok 31 çekersen sikin kalkmaz.İçimden " O zaman 31 çekerken nasıl kalkıyor sikin " demek geldi.

Neyse küçük bir sahil şehri olan iskenderunda zaten cinsellik muhabbetlerinin kısıtlanmış olmasının getirdiği sonuç bu oluyor. Gariptir ki insanların zevkleri de farklılaşıyor. Hala şu kadın patlak mı değil mi muhabbetleri geçiyor. Kesinlikle anal sex burda hala revaçta olan bir cinsel birleşme olarak göze çarpıyor. Yani makkattan kiralanan cinsel organlarını kullanamayanlar kadınlar var.

Cinselliğin tarihi ansiklopedisinde okuduğum evlilik kurumunda kadın ve erkeğe bakış pasajında anlatılan iktidar aynen burda uygulanan sistem olmakla beraber.Böyle olmasını savunan insanlar olması da beni çok şaşırtmıştır. Yani şöyleki çocuk babasının annesini aldatmasını çok normal ve kıvanç duyduğu bir olaymış gibi anlatıyor.

İnancım İskenderundan daha çok hikaye çıkarmak ama bakalım bilmiyorum daha ne kadar şaşırıp sohbetleri buraya aktaracağım.Neyse İskenderundan bildireceklerim şimdilik bu kadar..

6 Nisan 2010 Salı

Moral Bozukluğu Ve 31

Bugün sabah uyandığımda çok kötü bir kabus gördüm ve hemen asıldım,çavuşu tokatladım,attırdım,31 çektim. Bu replik aslında bir filmden alıntı.Başlığımla aynı ismi taşıyan film değişik bir senaryo üzerine kurulu.Hayatlarında daha önce sevişmemiş iki çocukluk arkadaşı sürekli 31 çekmektedirler.Bir gün Eros çıkagelir ve onlara 1 hafta süre tanır. Eğer bir hafta sonra sevişemezlerse uzuvlarını kaybedeceklerdir. Sürekli bir debeleniş başlar sevişme denemeleri yazılmalar vs..vs..

Gerçi filmin ismi bana başka şeyleri çağrıştırdı.Bu ikilinin(Moral bozukluğu ve 31) bir araya gelebilme yeteneği.Acaba gerçekten moralimiz bozukken 31 çekmek bizi iyi eden bir şey mi? Wilhelm Reich'a göre bedensel boşalmanın işlevi tartışılmaz.Fakat moral bozuklukları anında iyi gelen bir etkinlik mi onu danışmak lazım uzman kişilere.

31 Mart 2010 Çarşamba

ÖlüSikici Kültür

İnsanların cinselliğini anlamaktaki yolculuğumuzda deryanın bir başka yerine uğrayalım;"Ölüsevicilik" diğer adıyla Nekrofili.

Kim düşünebilir ki; bir ölüye ilgi duyacağımızı insanoğlu olarak.Cansız bedenlerin seksi gelmesi.Morarmış dudakları yalayıp yutmak hangi düşüncenin ürünü olabilir. Tabiki Ölüsikicilerin.Arkadaşlar arasında kullandığım bu tabirin gerçekten olabileceği aklıma daha önce gelmemişti.Geçenlerde yine cinsellikle ilgili araştırmalarımda rastladığım mevzuyu araştırma fırsatı buldum ve çok ilginç sonuçlara ulaştığımı söyleyebilirim.

İnsanlık tarihinde önemli bir yer tutan bu ölüsevici kültür.Eski çağlarda da yaygın bir cinsel yönelimmiş.Herodot'un kayıtlarına göre güzel kadınların kadavraları ancak günlerden sonra mezarcılara teslim edilirdi. Meşhur Tiran'lardan Periandre'ın karısı Melissa'nın ölümünden sonra da, sevgi münasebetlerine devam ettiğini yine aynı tarihçiden öğreniyoruz.

29 Mart 2010 Pazartesi

Bir Rüya

"5-6 yaşlarında iken görüyorum kendimi, çocukluğumu geçirdiğim köydeyim. Bir çalılığın arkasında tuvaletimi yapar gibi oturuyorum ve karşıdaki çalılıkların arkasında bir adam var. Niyeyse İncil'den olduğunu düşündüğüm bir şey okuyor sesli biçimde, üzerimde bir tedirginlik var. Adam kalkıyor ve beni kovalamaya başlıyor, beni yakalarsa bana tecavüz edeceğini düşünüyorum ve kaçıyorum. Eve giriyorum tam kapıyı kapatmaya çalışırken adam kapıyı zorluyor ve ben de kapıyı kapatmak için var gücümle itiyorum. Evde kimseyi görmüyorum ama babaannemin evde olduğunu biliyorum. Sonunda kapıyı kapatıyorum ve rahatlıyorum."

"tuvaletimi yapar gibi oturuyorum"
: Bu ifade rüyadaki takıntının taharet sırasında gerçekleşen anüsteki cinsel uyarıma bağlı olduğunu gösteriyor. Kendini çocuk olarak görmesi de bunun o dönemde güçlü bir şekilde hissedildiğinin bir göstergesi.

"babaannemin evde olduğunu biliyorum": Bu bize gösteriyor ki bu anal yollu cinsel uyarıma sebep olan kişi babaanne. Yani çocuğun poposunu temizleyen kişi o olabilir ki rüyanın sahibi bunu doğruluyor.

Kapıdaki mücadele öznenin 'cinsel kimlik karmaşası' ile savaşması niteliğinde ve sonuç bu takıntının yumuşatıldığı yönünde algılanabilir.

NOT: "Çalılıklar" ve "İncil'den bir bölüm okunması" ele alınmamıştır.

Vajina vs Rahim

Türk toplumu ve hatta Anadolu’da yaşamış diğer topluluklar her ne kadar fallosantrik olarak bilinirlerse de ‘kadın’ın toplumsal yapılardaki egemenliğini görmezden gelmek muazzam bir yanılgıdır. Pala bıyıkları, sert bakışları eşliğinde sinir krizleri geçirirken damarları patlayacakmış gibi şişerek bağıran erkekler otoriterliğin birer somut örneği gibi gözükse de koca memeli annelerinin veyahut kadınlarının karşısında bu imajdan oldukça uzaklardır. Koca memeleri, geniş kalçaları ile birer Kibele tanrıçası görümündeki analar bu koca adamlara kolayca hükmederler.Vajinalarını rahimleriyle takas eden kadınlar artık ‘kadın’dan ziyade ancak bir ‘anne’ olarak yaşamını sürdürürken çocuklarına/kocalarına bir bölünmüşlük yaşatırlar. En temel arzularının imkansız hale getirildiği bu kastre edilmiş adamlar dürtülerini ‘anne’ figürüne yatıracaklardır şüphesiz. Toplumumuzda iri memeli, koca kalçalı kadınları birer fantezi nesnesi haline getiren en önemli sebeplerden biri de budur.

Binbir Gece Masalları...

"Uzun sırık havalanmıştı ve zambak gibi açılan deliğe 14 kez girdi.Bir gecede tam 14 kez seviştik".Yeraltı edebiyatı kokan üslup bundan tam 600 sene önce yazıldı.Bunlar anonim anlatılan masallardan derlenen "Binbir Gece Masallarıydı".Cinselliğin 600 sene önceki doğu toplumlarında(Araplar,Ermeniler,Kürtler,Yahudiler,Çin,Hindistan,Türkler) masallarda dilden dile dolaşması böyle başladı.İslamiyetin üstünden de 800 sene geçmesine rağmen islami motiflerle süslenmiş masallar toplumun günlük yaşamındaki geçim kaynaklarına kadar bizi birçok değerli bilgiyle besliyor.

Batı Toplumunun karanlık orta çağı yaşanırken,cinsellikten bir haber olan toplumların, ağızlarını bile açmaya yasaklı insanların; kilise otoritesi tarafından giyotinde idam edildiği zamanlardan bahsediyorum.Değişimi görebilmeniz açısından en başta bunlarla başlamak istedim.

Doğu toplumlarında herkes bilir islami değerlerle büyürler.Zina en büyük günahlardan biridir.Garip olan neden bunların 600 sene önce bu kadar serbest,dile yatkın,halkın ağzında dolaşan yasak gibi gözüküpte aslında doğal hayat akışında yerli yerine oturan kavramlar haline gelmesi.Cinselliğin Tarihinde bahseder bize aslında Micheal Foucault; doğuda sanat gibi görülen cinsellik batıda daha yeni yeni yeşermeye konuşulmaya öğrenilmeye çalışılacaktı.

Doğu mistisizmi ile fantastiğini birleştirip bize sunulan bulunmaz kaynaktan bir kaç örneğe daha yer vermek istiyorum. Adamın biri açtır ve birisinin kapısını çalar,kapıyı bir kadın açar ve adam bir kap yemek ister.Kadın adamı içeri alır,yemeğini yer ondan sonra kadın adamın burda kalmasını ister.İçerde iki tane kadın daha adamı beklemektedir.Adamı salona alırlar ve kadınlarla adam eğlenmeye başlarlar birbirlerinin cinsel organlarına dokunurlar oynaşırlar.Kadınların şartları vardır ve asla cinsel ilişkiye girmek için çabalamayacaktır.Nefsine hakim olamayan erkek tabiki bunun için denemelerde bulunacak ve birinde başarılı olacaktır.Kadınlarda adamı cezalandırmak için onu hadım edeceklerdir.Kadınların gücüne bakın toplumdaki yerlerini tahmin etmeye çalışın ve günümüz ortadoğu halklarıyla karşılaştırın.

28 Mart 2010 Pazar

Atina’da Ritüeller

‘..bir kadının en büyük zaferi sizi ister övsüler ister yersinler, erkeklerin en az sizden bahsetmeleridir.’ Milattan Önce 450lerin Atina’sından Perikles’in dul kadınlara tavsiye ettiği yaşayış biçimi buydu. Kadınların gölgede kalmasını savunan bu anlayış, tıpkı köleler ve ölüler gibi kadınların da bedenlerinin özgür erkeklerinkinin aksine ‘soğuk’ olmasından kaynaklanıyordu.

Bu fiziksel ayrım; ezilenlerin bazı kaçış noktaları bularak, kısıtlanmış zamanlarda özgürleşebilecekleri ritüeller yaratmalarına sebep oldu. Böylece yaşayan soğuk bedenler, ‘karanlığın örtüsüyle örtünmüş’ ritülleri yerine getirerek durumlarını iyileştirmek adına bir şeyler yapabilirlerdi.

Soğuk kadın bedenine itibar kazandırmak için kadınlar arasında bir bekaret ayini olarak başlayan Thesmophoria, Homeros öncesi zamanlardan kalan bir ritüeldi. Üç gün süren bu ritüelin ilk gününde kadınlar kesilmiş domuzları kazılmış çukurlara atıyorlar ve leşler henüz kurumadan kendileri de bu çukurlara girip leşlere tahıl tohumları atıyorlardı. Daha sonra özel kulübelerine gidip burada uyuyorlar, ertesi gün oruç tutuyorlar ve üçüncü gün leşleri topraktan çıkarıp kutsanmış gübreleri toprağa gömüyorlardı. Bu ölüm ve yeniden doğum, toprak tanrıçası Demeter’in kendi kızı Persephone u toprağa vermesini temsil ediyordu. Başta tarımsal mitlerden doğan bu rituel, zamanla doğurganlık-kısırlık karşıtlığındaki kısırlığın yerine cinsel ilişkiden kaçınmayı koyarak kadınları biraz daha geri plana itmeyi başardı.(Ritüel esnasında kadınlar cinsel isteklerini köreltmek için anti-afrodizyak etkisi olduğu bilinen söğütü kullanıyorlardı) Yapılabilecek bir çok modern yorum ve eleştirilere rağmen bu rituel kadınları erkeklerin bilemeyeceği bir dönüşüm geçirip daha itibarlı bir yurttaşlık seviyesine ulaştıklarına inandırıyordu.

Ölümle bağlantılı bir başka rituel: Adonia. Thesmophoria’daki söğütün yerini bu ayinde arzuyu uyandırdığı düşünülen kokular ve baharatlar alıyordu. Adonis, ergenliğinin son dönemlerinde baba olamadan bir domuzun saldırısı sonucu ölür ve o öldüğünde Afrodit bir ‘kadın aşığı’ ve ‘hedone’ adamı olan Adonis içi yas tutar. Atinalı kadınlar bu mitin ardından kadınlara zevk vermeyi bilen bir gencin cenazesini şenliğe dönüştürür, evlerin çatılarındaki saksılara filizler konur ve ölmesi beklenir. Ölümle birlikte şenlikler başlar. Kadınlar çatılarda toplanarak erkekleri davet eder ve arzularını dillendirirler. Yas tutmak yerine bütün gece içki içip şarkı söylerler. ‘Şenlik açık saçık şakalar ve sınır tanımaz seksle nam salmıştır.’ Tabi bu şenlik bir çok erkeği rahatsız etmektedir. Bu ritüel gayriresmi olarak heryıl uygulanır.

Evet bu ritüel resmi bir onay olmadığı halde devam eder ama bunun nedeni kadınların, erkeklerin hayır dediğine evet demek istemesinden kaynaklanmaz. Şehrin bir günlük keyfi toleransından doğan bir armağandır. Araştırmacı John Winkler’in de söylediği gibi: ‘Adonia, ezilenlerin kahkasıdır.’


elcinburcu

25 Mart 2010 Perşembe

Cinsiyetler Hiyerarşisi...

Kanımca bedenin cinsiyetler arasındaki tüketim alışkanlıklarını anlatabilirsek ki muazzam bir simgeleme modeliyle olacak bu. Eminim ki erkek ve kadının toplumdaki yerlerini daha iyi anlayacağız.

İşlevsel dişilliğe,işlevsel erillik ve erkeksilik tekabul eder.Modeller cinslerin farklılaşmış doğasından değil aksine sistemin farklılaştırıcı mantığından doğar.Eril model titizliğin ve seçmenin modelidir ve modern nitelikli erkek "kolay tatmin olmaz".Buradaki seçmeyi bilmek ve yanılmamak "askeri ve püriten değerlerle eşdeğerdir.İşte bu eril modeldir.

Dişil model ise kadına kendisinden çok daha fazla hoşlanmasını(Narsist eğilimler) buyurur.Burada da reklam düzeyinde bile eril modelin hiyerarşik üstünüğün devam etmesi hep vardır. Veblen'e göre kadın yalnızca eril yaşama rekabet nesnesi olarak daha iyi girmek için kendisini memnun etmekle yükümlüdür.Böylece,herzaman bu aynı faydasızlık zorlamasına cevap veren de kültürel ilerlemedir.Aslında burada kültür"güzelliğe" eklenmiş bir savurgan harcama göstergesidir.
Yani burada yayılma ve birbirini etkileme söz konusudur.Modern erkek kendini beğenmeye özendirilir ve modern kadın ise seçmeye ve rekabet etmeye.Kadın "güç beğenir" olmaya özendirilecektir.

Çevremizi saran bu bütün olağan dayatmalar ışığında bedenin işlevselliği devreye girip bütün tabuları yıkacak bize yeni dünyanın kapılarını açacaktır.Bedenin işlevselliği ortaçağda anlamsız bir şey ise günümüzde neden bu kadar önemlidir.Bedeni saran ruh neden post-modern toplumlarda ruhu saran beden anlayışına neden dönüşmüştür."Kitle iletişim araçları"dersek daha mantıklı bir cevap vermiş olacağız.Yine bir reklam örneğiyle bunu söyleyecek olursak Fransa'daki çıplak erkek reklamı.Bedenin muazzam gözükmesi akabinde narsist mutluluk ögesi ve aynaların işlevselliği ile güzel beden güzel bir ruh eşleştirmesi aynı kademede yer alacak.Günümüzde günlük tartışmalardan birinin de gereksizliği açığa çıkacaktır.Artık ruhumuzun güzelliği bize birşey katmayacak bizim bedenimizin veya giydiğimiz eşyaların üstümüze yeni toplumsal algılıyışlarınada uygun olması gerekecektir.
Yani Tanrı öteki dünyada ruhlarımıza bu dünyada bedenimize göre yargılama yapacaktır.

Ragamuffin

24 Mart 2010 Çarşamba

Feminizim Ve Porno

Feminist kanatta bir mutabakat sağlanamamış ve forumlarda tartışma konusu haline gelen mevzu derinleşmiştir. "Post-modern" feministlerle "Radikal" feminislerin arasındaki gerginliğin çıkış noktası pornografik ögeler ve kadınların sömürülmesi üzerine yoğunlaşmış.Gözler önündeki anlaşmazlık;kadınların acaba bu gibi eylemler içinde yer alarak (Striptiz,Porno Filmler,Sex işçiliği vs..vs..)kendilerini ispat etmek mi yoksa bu gibi eylemlerle cinsiyetlerinin ayaklar altında daha da ezilmesi mi ?

Postmodern feministlerin tavrı, insanları kadınların sömürülmesi konusunda rahat bir tutuma sevk eder.Eğer bir kadın seks işçisi olmaya karar veriyorsa, bu güçlendirici bir seçim olarak görülür ve feministlerin bunu desteklemesi gerektiği savunulur. Böylece artık kadınların metalaştırılması post-modern feministler tarafından yapıldıktan sonra arkasına kadın desteğini almış bir toplum bu gibi şeyleri de meşrulaştırmaktan kaçınmayacaktır.Olaya şöyle yüzeysel bakacak olursanız post-feministlerin günümüz ekonomisinin en kadim destekçileri olduklarını rahatça göreceksiniz. Sağ ideolojik temelli bu feminist grup kendisini kadının kurtuluşunun vucudunun sömürüsü üzerine kurmaya devam edecektir ve birdaha bize bunu özgürleşme hareketi altında yansıtmaya çalışacaklardır. Yani kısacası "Metalaştırma=Güçlenme"dir.

Radikal feministler ise, kadının metalaştırılmasının doğası gereği sorunlu olduğu düşüncesinden hareketle bunu reddetme eğilimindedirler. Genel olarak pornografiye, özel olarak da kadınları şiddete ve kötü muameleye maruz kalırken tasvir eden pornografiye karşıdırlar. Toplumsal cinsiyet stereotiplerinin hem erkekler hem de kadınlar açısından zararlı olduğunu düşünür, bunları baltalamanın yollarını bulmaya çalışırlar.


Gerçi bir kadın yazarımız olsaydıda bizi bu konuda daha da aydınlatsaydı güzel olurdu diye düşünmeden geçemiyorum.İş başa düşüncede böyle işlere girişmekte bana kalıyor.Bende yetkin bir insan olmadığımdan dolayı alıntırlar yaparak yazıyorum.

Forumun Adı: "Vegan Freak Forums"
Makale Adı: "Postmodern Feminizm ve Hayvan Refahı: Kusursuz Birlik"


Ragamuffin

19 Mart 2010 Cuma

Cinsellik Ve Algılanış Biçimleri.

Cinselliğin toplumlarca masaya yatırılışı pek uzun bir zaman olmasa gerek Freud'la başlayan psikanaliz kuramları ve ardından takip eden diğer bilim adamları çerçevesinde geliştirilen bilim dalından algılarımızın cinselliğe karşı değişimlerini incelemenin yararı olacaktır.Michael Foucalt'un "Cinselliğin Tarihi" kitabı çok özel bir kaynak olarak cinsellikle ilişkili birçok konuyu ele almaktadır.Cinselliğin tarihsel devinimi çerçevesinde ortaçağ avrupasından giriş yapan "Foucault" daha sonra antik yunan toplumlarına dek uzanmaktadır ve en sonunda da günümüz toplumunda cinselliğin algılanış şekillerini açıklamaktadır. Fakat ana tema söylemin gücüdür. Bunu örneklendirecek olursak; eşcinselliğin günümüzde bu kadar kabul görmüş olması ve ayrıyeten örgütlenme imkanlarının bulunması.İşte tam da burda bize cinselliğin tarihi lazımdır diyorum.

Gariptir ki 1970'lere kadar eşcinsel eğilimler psikyatrik hastalıklar arasında yer almaktaydı. Son çıkan DSM-IV kurallarına göre eşcinselliğin hastalıkların arasından çıkarılması bilimcede bunun normalitesin kabullenilimiş olduğunu göstermektedir. Bazı kesimlerce hala bu olayın hastalık olarak algılanış biçimi değiştirilememiştir. Burdan yola çıkarak Freudyen analizler yapabilirsiniz. Kanımca gerçek şudur ki günümüz kapitalizminde(Neo-Liberalizm) bu kesimin tüketim odaklı davranış biçimlerini içselleştirmiş ve büyük bir piyasa haline gelmiştir. Su yüzünde bu kadar gerçeklik varken bize aslında sistemin kanıtladığı birşey çıkacaktır. Artık post-modernist toplumlarda daha çok alt kültür yaratılarak insanların kendisini bir gruba, bir toplumsal sınıfa veya kendisine bir kimlik yaratma çabalarından eşcinsellerde bu payı almış, bu zokayı yutmuşlardır. Özgürlük dediğimiz bugünlerde içi boşaltılmış kavramın kitle iletişim araçlarıyla bize hergün hergün dayatılması aslında realiteden uzak bir tuzaktır.

Mantıklı bir olaydır ki reklamların yani günümüz tüketiminin en büyük silahlarının,insanı beyninden ve en hassas noktası cinsellikten ilham alması olası bir durumdur. Mesela bir musluk reklamının kadının orgazm inlemeleriyle süslenmesi veya kadın vucudunun bu kadar ifşa edilmesi olayları daha da çabuk kabullenmemizi sağlayacaktır.Kısmen yaptığımız tanımlamalar ve yorumlar ışığında eşcinselliğin bazı insanlarda bu dönemlerde daha fazla artış gösterdiğine inanılıyor. İnananlar için söyleyebilirim ki eski yunan toplumlarında sahneye çıplak kadınlar çıkarılarak erkeklerin izlenmesi sağlanıyor ve kadın vucudunun çekiciliğinin ortadan kaldırılması sağlanıyor.Böylelikle erkeklerin eşcinsel eğilimler gösterdiğide ifade ediliyor (Yatak Odasında Felsefe Kitabından Alıntıdır Marques De Sade )

Ragamuffin

17 Mart 2010 Çarşamba

Freud vs Anal Seks

Birçok inanç sisteminde ve öğretide de, insan doğasına aykırı bir durum olduğu vurgulanan 'anal seks' in 'bekaret' tabusunun ve porno sektörünün bir getirisi olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır sanırım. Bir nevi libidonun yanlış yönlendirilmesi olarak da düşünülebilecek olan anal sekste edilgenin kadın ya da erkek olması arasında çok da bir fark olduğunu söylemek hakikaten zor.

Bu konuya ilişkin Freud der ki: "Anal erotizmin önemini derinlemesine kavramamızı sağlayan bir makalesinde Lou Andreas-Salomé, çocuğun karşılaştığı ilk yasaklama olayının anal etkinlikten ve ürünlerinden alınan hazza karşı konan yasağın gelişimin tamamında nasıl belirleyici bir etki yarattığını göstermiştir. Bu, çocuğun kendi içgüdüsel dürtülerine karşı olan bir çevreye ilişkin ilk izlenimin edindiği, kendi varlığını bu yabancı varlıktan ayırdetmeyi öğrendiği ve kendi haz imkanlarını ilk kez 'bastırdığı' bir olay olmalı. O tarihten sonra 'anal' olan şey, reddedilmesi ve yaşamdan dışlanması gereken herşeyin sembolü olarak kalır. Daha sonra anal ile örgensel (cinsel organ) arasında ısrarla vurgulanan net ayrım, bunlar arasındaki yakın anatomik ve işlevsel benzerliklere uymamaktadır. Cinsel organlar makata komşu olarak kalır, aslında (Lou Andreas-Salomé'dan alıntı yapılacak olursa) kadınlarda (makattan) kiralanmıştır."


Küçük Öteki

15 Mart 2010 Pazartesi

Çocuk yapma İşlemleri

Sabah ereksiyonun nedenlerinden biri daha ortaya çıktı; erkeklik hormonun (testosteron) uykuda normalden 3 kat daha fazla salgılanması sonucu sabah ereksiyonu gerçekleşiyor.Beyin güne başlarken uzuvlarının işlevselliğini kontrol eder "scheduled maintenance".Daha da önemlisi çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin sabahları cinsel ilişkiye girmeleri doktorları tarafından tavsiye ediliyor.Daha önceki yazılarımızda belirtilen sadece sabah ereksiyonuyla karısıyla ilişkiye girebilen homoseksüel erkeğin 7 çocuk sahibi olması gibi.

Ragamuffin

14 Mart 2010 Pazar

Sabah Kırıklığı

Ansiklopedik bilgiler ışığında başlangıcı yaptıktan sonra,sabah ereksiyonunun çeşitli nedenlerle gerçekleşmemesi konusunu irdeleyelim. Tıp dilinde ‘erektil disfonksiyon’ (ED) olarak adlandırılan sertleşme sorununun ortaya çıkmasında fizyolojik nedenlerle birlikte psikolojik nedenlerlede gerçekleşmemesi mümkün.
Hormonların salgınışında sorun olan bir erkekte bu gibi durumlar ortaya çıkması mümkün.Ayrıca günümüz koşturmacasının içinde yorulan vücut ve dış etkenlerin baskısı altındaki beynin erkek vucudunda tepkisel bir olayla vuku bulur.Bilimsel araştırmalara göre sertleşme problemleri mevsimlerle de alakalı olduğu saptanmıştır.
Depresyon dönemlerinde sıkça rastlanan "erektil disfonksiyon" (ED) beyindeki mutluluk hormonlarının gerektiğinden az salgılanması sonucu cinsel arzulardaki azalışta sabah kalktığınızda sırıktan yoksun bir kırık olur.Endişelenmeyin geçecektir.En yakın bir psikoloğa veya psikyatriste gidin diyemeyeceğim; kendiniz de halledebilirsiniz.Spor yapın, sağlıklı besinler tüketin ve kendinize bakın.

Nice mutlu sabah sırıklarına.

Ragamuffin

13 Mart 2010 Cumartesi

Wilhelm Stekel vs Magnus Hirschfeld

Rüyalar ve fanteziler bilinçdışı arzuların sızıntıları olarak düşünülebilir. Buna bağlı olarak Wilhelm Stekel uykunun ilk evrelerinde görülen rüyaların uyanmaya yakın görülen rüyalara oranla daha fazla baskılamaya maruz kaldığını iddia etmektedir. Sabaha doğru bu baskılamanın güçlü etkisini yitirdiğini iddia eden Stekel, Hirschfeld'in hastasının gündüzleri toplumun içinde ve baskıların sürekli etkisi altında bulunduğu için ancak sabahları cinsel birleşimde bulunabildiğini söyler.


Küçük Öteki

Babanın Adı: Sidik Torbası


Magnus Hirschfeld 'Kadının ve Erkeğin Cinsel Sapıklıkları' adlı yapıtında (1913) tam yedi çocuk döllemiş olan evli bir homoseksüelden söz etmektedir. Normal zamanlarda cinsel bakımdan güçsüz olan bu erkek sabah ereksiyonu sırasında cinsel birleşimde bulunabilmekteydi. O halde bu çocuklar hayatlarını, babalarının cinsel gücüne değil sidik torbasına borçludurlar.

Küçük Öteki

Sabah Ereksiyonu


Sabahları erkeğin cinsel organının istemsizce sertleşmesi durumudur ve kimi tıp/ilim insanlarına göre meydana gelen şahısta erektil disfonksiyon (iktidarsızlık) olmadığının göstergesi niteliğindedir. Halk arasında "sabah sırığı" olarak da bilinir. Almanya'da "morgenlatte", ABD'de "morning glory" ve "morning wood" gibi isimlerle anılmaktadır.

Sabah ereksiyonunun sebebinin fizyolojik olduğunu söyleyenler şu şekilde açıklarlar: dolu idrar torbasının baskısı ve idrar borusunun cinsel sinirleri uyarması sonucu omurilikteki gerilim refleksi eyleme geçer. Vücudun dinlenmiş olması ve gece mesanede biriken idrarın idrar kesesini iyice gererek penisten uzaklaşmaya çalışan kanın geçtiği toplardamar sistemine baskı yapması sonucu penisteki basıncın artmasına destek verilir.

Ancak gün içinde de idrar torbasının baskı yaptığı anlar düşünüldüğünde idrar torbasının bu etkisinin tek sebep olduğunu söylemek güçleşir. Bu noktada psikanalitik rüya araştırmaları bize daha açıklayıcı bir sebep sunarlar. Özne bir dış müdahaleye (idrar torbasının baskısı) maruz kalır ve uykuyu uzatmak için bir rüya inşa eder. İnşa edilen rüya bu dış müdahaleye bağımlı olduğundan ve de bu müdahele cinsel bir uyarıma sebep olduğundan, özne erekte olur. Dış müdahale güçlenmeye devam eder ve özne uyanır. Karşılaştığı manzara da kusursuz bir sabah ereksiyonudur.


Küçük Öteki