26 Kasım 2010 Cuma

Hristiyanlık ve Tüketim; "Rakip Kardeşlerin” Hâkimiyet Kavgası



Sınırsız ihtiyaçların kıt kaynaklara uyarlanması sanatı “İktisat”. Sınırsız ihtiyaçlarımızın kıt paralara rağmen temin edebilmemizi sağlayan sistem ise; “Kapitalizm”. Paranoyakça düşünülürse, iktisat tanımını yapanların hepsinin kapitalist olduğu ortaya çıkar. Gariptir, çünkü sınırsız ihtiyaçlarımız olmadığını düşünen bir grup insan vardır. Temel olarak, bütün canlıların temel ihtiyaçları; barınma, karnını doyurma ve üreme. Arkamızda şekillenen farklı bir ekonomi ve ihtiyaç tablosu var. Zamanla yarışan dünya da işimizi hızlandıran argümanlar var. Küreselleşme ile beraberinde gelen ticari ilişkilerden kültür alıntıları var. Kaybolan savaşlardan bize kalan tek tipleştirme. Şirketlerin kurumsallık zırvalamalarıyla yarattığı büro personelleri, çoğunun takım elbise giydiğini düşünürsek. İsteklerin her zaman aynı olduğu topluluklar yeni yaratılan alt kültürler, sıkıcı bulsak da bunların her gün medyada bize tanıtılması, kadın vücudu kullanılarak eşyaların aklımızdaki imgelerinin değiştirilmesi, artık o eşyayı aldığımızda eksikliğimizi tamamlamak değil de bizi sınıf atlatmak için bir tramboline dönüşmesi garip ve düşündürücü. Bunların nedenleri burada açıklanamayacak kadar uzun ve çetrefilli. Tamda bu noktada benim yapmaya çalışacağım, bu kadar uzun ve çetrefil olan bir konuya farklı bir açıdan bakmaya çalışmaktır.
Kapitalizm de, Protestanlığın öncü rol oynadığını söyleyen Max Weber, İngiltere’de püriten ahlakın birikime neden olduğunu ve bundan sonra ahlakın sağladığı faydayı kullanıp zenginleştiğini dile getirir kısaca. Fani dünya alışkanlıklarından arındırılmış sadece çalışmanın ve Pazar günleri kiliseye gitmenin ibadet sayıldığı bir ahlaktan bahsediyorum tabiî ki. Yani tüketimin en aza indirildiği paranın sadece birikim için kazanıldığı bir ahlaktan.
Dönem dönem kendini yenileme ihtiyacı hisseden kapitalizm yanında bayrak tutan taraftarlarını da yenileme ihtiyacı duymuştur. Ahlak anlayışlarını değiştirmesi gereken bir Hıristiyan kesim vardır. Artık tüketime o kadar da sert bir duruş sergilemeyen Hristiyanlar yaratılmıştır. Hatta kutsal kitaptan alıntılar yaparak bunlara inandırılmıştır. Yani yine değiştirilen ahlakda, en büyük kaynakça İncil olmuştur.
Çocukluk dönemlerimde kiliseye sıkça giden bir hristiyandım. Din derslerine katılır Pazar ayinlerini kaçırmaz hatta arada yapılan tespih dualarında papazın yardımcısı olarak görev bile almışlığım olurdu. O zamanlarda çocuklara sorulan en sık soru tanrıdan ne istiyorsunuz sorusuydu. Çünkü tanrıya sürekli dua ederseniz o size istediğinizi verecekti ve bunu bizlere “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır”( Luka 11:7 ) ayeti ile de açıklıyorlardı. Usanmayın durmayın sürekli dua edin tanrı size istediklerinizi mutlaka verecektir derlerdi. Tabi artık değişen düzende istediklerimiz belli bir eşya veya sadece para ile satın alınan şeylerden oluştuğu için. Her zaman daha fazla para isterdik.
Daha fazla para istediğimiz zamanlara denk geldi AVM’ler de nedense. Boş zamanlarımızda geldiğimiz, eğlendiğimiz, alışveriş yapıp filmimizi izledikten sonra yenilen yemeğin içilen bir kutu kolanın akabinde çıkarılan gaz kadar haz vermese gerek diğer fani dünya alışkanlıkları.
İnsanoğlunun aslında en büyük sıkıntısı zaman ve bunu unutturmaya savaş açmış alışveriş merkezleri. Cephenin taraflarından kazanan tabiî ki alışveriş merkezleri. Her katı farklı bir estantene her katı farklı bir zaman ve dünya. Biraz panayır, biraz mahallemizdeki pazar, sokak hamamlarımız, siyasetin konuşulduğu berberlerimiz ve apartmanın altındaki bakkal efendi. Bu kadar aslında özlemini çektiğimiz yerlere ulaşmanın basit, kolay ve rahat olması hazzın misli misli katlanmasına neden oluyor. Gariptir ki özgürlüğümüzde birlikte mislileşiyor. Farklı ürün seçenekleri tarzlarımızı kültürlerimizi yaratan tüketim, oralarda vücut bulup bizi biraz ehlileştirip birazcıkta hırçınlaştırmaya devam ediyor. Arzuladığımız özlemini çektiğimiz “argümanlar orada ve ulaşılmaz değil” mesajı veriyor. Binbirgece masallarında geçen ecinnilerin etrafımızda dolaşıp ( Billboardlar ) bize güzel haberler vermesine çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde 112’yi arayıp yardım dileyensimiz var. “Beni güçlü ağır ve oturaklı bir erkek yap veya güzel zor beğenen ayrıca bir o kadar bağımsız bir kadın yap. Kendimi özel hissetmem lazım. Locadan film izler gibi kıyafetlerin önümde sıralanması lazım. “Tanrım beni baştan yarat” diyesiniz geliyor bu aşamadan sonra.
Eksik bir şeyler var diyesiniz geliyor burada. Burada bir mabet, bir tapınak. Şehirde olupta alışveriş merkezlerinde olmayan tek şey; kilise, cami veya sinagog. Görünmez el zaten görevini tam anlamıyla yapıyor. Burada farkındalığı yaratmakta zorlanıyoruz. Bizim arzularımız var ve arzularımızı mesaj atabilecek bir evren. Evrenden mesaja ne zaman cevap gelir bilinmez ama birgün gelecektir. Birgün o üstü açık tek kapılı arabaya sahip olacağım.
Baktık ki tanrı buradan sonra oyundan saf dışı edilmiş veya kırmızı kartı görmüş yerini enerji ve evren, bilinç ve farkındalık gibi kavramlar almıştı. Sistemin bize aynı kültürleri yenileyip tekrar tekrar sunması gibi Hristiyanlığın yenilenip bize tekrar sunulması gibi hissetmiştim. Neo – idealist felsefe ortaya atılmıştı. İnsanlar artık bir bütün olarak bunlara inanıyorlardı. Hristiyanlıktan daha geniş kesimlere ulaşmıştı. Çünkü bir din değildi, sınırlandırılmamıştı. Evrene mesajın varsa bunu yolla bunun için çalış ve zamanı geldiğinde evren sana istediğini verecektir. Bunun üzerine kitaplar yazıldı, satış rekorları kırdı. Gerçekten buna inanan ünlüler medyada yerlerini aldı. Hatta bu felsefe bilim ile de kanıtlanmaya çalışıldı. Quantum bile işin içine girdi. Panayırlardan ve pazarlardan bugüne gelen alışveriş merkezleri gibi artık Hristiyanlığın da bugüne gelen şekli bize aynen bu şekilde yansımaktadır.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Postmodernizm ve Tüketim Kültürü

Bugünlerde daldığım tüketim konusuna tekrardan bir bakış attım. Tavsiye edebileceğim mükemmel bir kaynakta buldum Mike Featherstone'a ait olan eser "Postmodernizm ve Tüketim Kültürü" adını taşıyor. Kitabın içindekiler kısmını incelerseniz eminim çok hoşunuza gidecektir. Çünkü tam bir sosyolojik dizin oluşturmuş kendine. Geçmişten bugüne inceleyeceğiniz bu tutarlı eser güzel bir girizgah olabilir. "Tüketim toplumu" yazarı oLan Jean Baudrillard'a giriş için birebir . Karmaşık sistemlerin ve karmaşa yaratan ihtiyaçlarımızın anlamını kaybetmiş içinden çıkılmaz bir hale gelişinin tarihçesidir diyebiliriz.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Muhabbet Kralı

Okan Bayülgenin Muhabbet Kralı programını izleyen var mı bilmiyorum ama dün denk geldim. Benim sevdiğim dinlemekten de çokça zevk aldığım "Cinsellik" ana temalı değil ama psikanaliz ve freud konuşulunca illaki cinsellik hakkında da yorumlar kaçınılmaz olmaktadır. "Oidipus" kompleksi ve "Kastrasyon" kompleksine değişik örnekler ve psikiyatrilerin hastalarından anlattıkları örneklerle birlikte aklımda çok karmaşık sorular oluşmaya başladı. Türk toplumunun oidipus kompleksini çokça yaşadığı ve etkilerinin insanların evlenme çağlarından sonrada devam ettiğini söylediler şaşırdım. İkinci olarak Kastrasyon komplekside bizim toplumumuzda sünnetle alakalı olarak oluştuğunu söylemlerine ekleyip Sünnet edilme yaşlarının 0-2 ve 6 sonrası yaşlarda olması gerektiğini bildirdiler. Ve 2 ila 6 yaş arası sünnet olan çocuklarda bu kompleksi çokça yaşadıkları için ileriki cinsel deneyimlerinde erekte olamama sorunu ve erken boşalma problemlerine yol açtığı söylenmiştir.

Dün dinlediklerim böyledir.
İyi Okumalar.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

KaN

Kanlı Cinsel deneyimler, kanlı ısırıklar, kanlı mastürbasyon;

İki gün önce mazgalın üstünde oturan kadına dedim ki;
-Kanı süzüyorsunda şehrin sularında kanalizasyonlarda belli olmucak izin kalmıcak
-Gel bari benim çarşafımda süz izi kalır birdaha geldiğinde görürsün.
-O zaman belki şehvetli hardcore bir sex yaparız ben seni tokatlarken sende beni boynumdan,kulaklarımdan, göğüs uçlarımdan ısırırsın.
-Benimkinde dörtten sonra kan geliyor haberin olsun beşinciyi zorlatma bana

Fazla kan akmasın "İsa" alınır.
Üçleme bozulur
Dörtlemeyi zorlama
Beşleme kanatır.

14 Mayıs 2010 Cuma

Tanrının oLmadığı Bir Dünyada Aziz oLmak

Uzun zamandan beri hakim olan bu anlayış yirminci yüzyılda varoluşçu felsefenin ortaya çıkışıyla sarsıldı. Artık değerler elde edilmeyecek insan tarafından yaratılacaktı. İnsandan kendini ve ahlâki değerlerini belirlemesi bekleniyordu. Artık insan geleneklerle, Tanrı, kilise inancıyla ve onların kendisine dayattığı değerlerle sınırlı değildi. Seçimlerine, edimlerine göre kendini gerçekleştirebilirdi. Kendi ahlâki değerlerini yaratmakta özgürdü. Tanrının olmadığı bir dünyada aziz olabilirdi.
Bu yazıda binlerce yıldır süregelen bir geleneğe karşı çıkışın üzerinde durmak istiyorum. Önce Sartre ve Camus’nün eserleri ışığında kısaca varoluşçuluğu tartışacağım. Varoluşçuluğun temel öncüllerinden ve bu öncülleri kabul etmenin ahlâki sonuçlarından söz edeceğim. İkinci bölümde insanın varoluşçu gerçeklikle karşılaşmasını, varlığının anlamsızlığını fark edişini ve birdenbire omuzlarına binen sorumluluğu açıklamaya çalışacağım. Son olarak da düşünmenin, felsefe yapmanın, kendini tanımanın ve aşkın ona faydası olup olmayacağını tartışacağım.
II. Ahlâki Sorumluluk Artıyor
“Varoluşçuya göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez, hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak, tasarlayacak bir Tanrı olmayınca, insan doğası diye bir şey de olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.... İnsan kendini ne yaparsa öyledir yani. Varoluşçuluğun temel ilkesi budur işte”[1]
Varoluşçu dünyada bir tasarı, ilahi bir düzen olmadığına göre her şey insan davranışlarıyla, edimleriyle belirlenir. İnsan, doğasındaki bir özellikten ötürü belli bir biçimde davranmaz, aksine seçimlerini yapar, bazı davranışlar içine girer ve doğası böyle belirlenir. Seçimleri ve edimleriyle kendini yaratır. Bir bakıma insan, yaptıklarının toplamından ibarettir. Tüm seçimlerini kendisi yapar, ne şekilde var olacağını kendisi belirler. Bu nedenle, bitip tükenmeyen bir kendini yaratma sürecinin ötesinde bir şey değildir.
Sartre, insanın kendini yaratma sürecini bir heykeltıraşın eserini yaratma sürecine benzetir. Tanrı’nın elindeki hammaddeden insanı yarattığı resim yerini insanın aynı şekilde kendini yarattığı resme bırakmıştır artık. Heykeltıraşın önünde şekilsiz bir hammadde, diyelim mermer, olsun ve bu maddeyi kullanarak bir Hermes heykeli yapmaya karar versin. Heykelin boyuna, kanatlı sandaletlerini nasıl yapacağına, ona pelerin giydirip giydirmeyeceğine kendisi karar verecektir. Heykel bittiğinde ise tamamen onun eseri olacaktır. Ondan yalnızca heykeltıraşın kendisi sorumlu olacaktır. Övülecek ya da eleştirilecek olan da odur.
Aynı şekilde insan da her yaptığından tamamen kendisi sorumludur. Suçu insan doğasına ya da ilk günaha atamaz. Bundan anlıyoruz ki varoluşçu ahlâkın benimsenmesiyle insanın omuzlarındaki sorumluluk artmıştır. Eğer tetiği çekmeyi seçerse kendinden başka suçlu aranmayacaktır. Eğer hayatını tehlikeye atarak boğulmakta olan bir adamı kurtarırsa da takdir edilecek olan “hepimizin içinde bulunan iyilik” türünden bir şey değil, yine kendisidir.
Bu nedenle insan ne olduğunun farkında olmalıdır. Varoluşunun bütün sorumluluğunu taşıdığını görmelidir. Artık bu sorumluluğu dinî bir cemaatle ya da içinde yaşadığı toplumla paylaşamayacağından kendi başına hareket etmelidir. Tamamen özgürdür ve özgürlüğün yükünü taşımakta zorlanmaktadır:
“Bu caddede yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüm gibi bir şey.”[2]
Özgürlüğün bu kadar ağır bir yük olmasının sebebi sorumluluğu artırmış olmasıdır. İnsan tamamen özgürdür ve bu özgürlüğün sorumluluğu tamamen kendisine aittir.
III. Negatif Aydınlanma
Tanrının olmadığı, kaotik, yabancı ve absürd bir dünyada yaşamaya mahkûm olduğunu ve kendini tasarlaması gerektiğini fark edince insanın ilk tepkisi ne olur? Bu tamamen yabancı ortama nasıl uyum sağlar? Ahlâki sorumluluğunun altında ezilir mi yoksa sonunda kendini ve kendi ahlâki değerlerini yaratmayı başarabilir mi? Önce Sartre’in Bulantı adlı romanının kahramanı Antoine Roquentin’e dönelim ve onun tepkisini görelim. Roquentin bahçede oturmaktadır ve gerçeği henüz fark etmiştir:
“Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık gibi hissediyordu. Fazlalık. Bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek bağlantı işte buydu. Atkestanelerini saymaya onları Velléda’ya göre konumlandırmaya, yüksekliklerini çınar ağaçlarının yüksekliğiyle karşılaştırmaya boşu boşuna uğraşıyorum. Çünkü her biri, kendisini içine sokmak istediğim bağlantılardan kaçıyor, taşıyordu... Şurada karşında, biraz solda duran atkestanesi fazlalıktı. Velléda da fazlalıktı. Ve ben (yumuşak, güçsüz, müstehcen, sindirim yapıp duran, kara düşünceler dalan) ben de fazlalıktım.” [3]
Roquetin, kendisi ve etrafındaki ağaçlar arasında hiçbir fark görmez. İçinde bulunduğu ortama yabancılaşmıştır ve onunla kurabileceği tek bağlantı fazlalıktır. İntiharı düşünür bir an için ama sonra bunun da anlamsız olacağını, fazlalık olacağını fark eder:
“Cesedim de; bu güleç bahçenin dibinde, çınar ağaçlarının arasında, şu çakıl taşlarının üzerinde, kanım da fazlalık olacak; en sonunda temizlenmiş, kabuğu çıkarılmış, dişler gibi temiz ve ak pak kemiklerim de fazlalık olarak kalacaktı.”[4]
Kendini birdenbire içinde bulduğu bu kaotik dünyada yaşamak için de ölmek için de bir sebep yoktur. Roquentin kendinden başka kimseye karşı sorumlu değildir; dinin, toplumun kısıtlamalarından kurtulmuştur. Aynı zamanda varoluşunun hiçbir anlamı olmadığının farkına varmıştır. Kendini hiç tanımadığı bir şehirde kaybolmuş gibi hisseder. Omuzlarındaki, daha önce hiç fark etmediği yükü görünce de acı, yalnızlık ve ümitsizlikle karşı karşıya kalır. Acı duyar çünkü bu sorumluluktan kaçmanın mümkün olmadığını görmüştür.
Roquentin gerçeği görmüştür ama bu ona keyif vermez. Gerçek mutluluk ve tatmin duygusu yerine fazlalık, terk edilmişlik ve acı getirmiştir. Platon’un insanı, etrafındaki nesnelerin gerçek doğasını görünce, herkesin gördüğünün ötesine geçince kendini Tanrı gibi hisseder, oysa Sartre’ınki kendini tamamen değersiz görmeye başlar. Aydınlanmıştır ama negatif bir biçimde.[5]
Şimdi Roquentin’i gölün kıyısında bırakıp absürd ile, varoluşunun anlamsızlığı ile karşı karşıya gelmiş bir başka kahramana dönelim. Sisyphus’a, ya da Camus’un değişiyle “tanrıların işçisi”ne. Sisyphus, gerçeği gördüğü an kendini özgürleşmiş hisseder. Hatta onun mutlu olduğunu bile düşünebiliriz. Mutlu olabilir çünkü durumun farkındadır artık. Camus, Sisyphus’un varoluşunun gereksizliğinin ve anlamsızlığının farkına varışını Oedipus’un doğduğu günden beri önceden belirlenmiş olan kaderi yaşadığını anladığı ana benzetir. Oedipus kaderin kazandığını, gösterdiği tüm çabalarının onu kaderin kucağına koymaktan başka bir işe yaramadığını anlayınca gözlerini kör eder. Aslında o anda görmeye başlamıştır, aydınlanmıştır. “Her şey iyi” der. Negatif aydınlanma ona mutluluk getirir. Aynı şekilde, Sisyphus da varoluşunun anlamsızlığını görünce kendini mutlu hisseder:
“Sisyphus’u dağın eteğinde bırakıyorum. İnsan daima yeniden bulur yükünü. Ama Sisyphus tanrıları inkâr eden, kayaları kaldıran sadakati öğretir. O da ‘her şey iyi’ der sonunda. Efendisi olmayan evren ona kısır ve değersiz görünmez. O taşın her atomu, o dağı oluşturan her mineral tabakası bir dünyadır. Yükseklere doğru uzanan mücadele insanın kalbini doldurmaya yeter. Sisyphus’un mutlu olduğunu düşünmeliyiz”[6]
Camus de intihara karşıdır ama Sartre’ınkinden farklı nedenlerle. Roquentin kendini öldürmez çünkü ölümünün de fazlalık olacağın inanmaktadır, Sisyphus yaşamaya devam eder çünkü durumumun farkına varmak onu yüceltmiştir. Özgürdür, absürde direnir, onunla mücadele eder, bu mücadele hayatının anlamı olur. Hayatın, varoluşunun anlamsızlığını görmek -çoğunluğun bunu hiçbir zaman görmediğini göz önüne alırsak- varlığını değerli kılmıştır. Absürd insan Sisyphus’un kayasına bağlı olduğu gibi hayata bağlıdır. Hayatı onun kayasıdır.
IV. Çıkış Yolu Var Mı?
Felsefe
Durumunun ve bunu değiştiremeyeceğinin farkına varan insan ne yapmalı? Felsefe yaparak bu fazlalık hissinden kurtulabilir mi? Sartre’ın bu soruya verdiği cevap olumsuzdur. Düşünce, farkındalılığı artırdığı için daha fazla acı verir çünkü:
“Düşünmenin önüne geçsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız...Hepsinden kötü, çünkü kendimi, bu işe karışmış ve sorumlu buluyorum. Sözgelimi şu acılı geviş getirmeye benzeyen varoluşma durumu yok mu, işte onu sürdüren benim. Evet ben. Gövde, bir kere yaşamaya başlayınca, bu işe kendi kendinden devam edip gider. Ama düşünce öyle değil. Düşünceyi ben sürdürür ben geliştiririm... Düşünmek istemiyorum. Düşünmek istemediğimi düşünüyorum.”[7]
Fazlalık hissinden, bundan dolayı duyduğu acıdan düşünerek kurtulamaz çünkü bunları hissetmesine neden olan düşünmesidir zaten. Düşünmeyenler, hayatın anlamı ─ ya da anlamsızlığı─ üzerine kafa yormayanlar bir önceki bölümde tartışmaya çalıştığım negatif aydınlanmayı tecrübe etmezler. Acı, endişe, yalnızlık düşünmenin sonucudur. Bu nedenle felsefe yaparak bunlardan kurtulmak mümkün değildir. Aksine, Sartre’a göre, felsefe insanın bu duyguları daha da yoğun hissetmesine neden olur.
Kendini Bilmek
Peki ya kendini bilmek insanın durumuyla, duyduğu acıyla başa çıkmasını sağlayabilir mi? Farkına varma safhasından sonra gelmesi beklenen kendini tasarlama süreci boyunca ona yardım edebilir mi? Kendini bilmek Sartre felsefesinin önemli unsurlarından biridir, çünkü en derin hislerini ve ahlâki sınırlarını bilmeyen, onların farkında olmayan insan kendini tasarlayamaz. Kendini aldatmaya devam eder. Ancak, Sartre kendini bilmenin neredeyse imkânsız olduğuna inanmaktadır. Kendini tanıma, bilme süreci boyunca insan hem bilen hem bilinendir. Bir yandan kendini tanımak için içine bakarken bir yandan da kendini belirlemeye çalışmaktadır. Kendini bilmek pasif bir süreç değildir artık. İnsan bu süreç boyunca bir yandan kendinin keşfetmekte bir yandan da yaratmaktadır. Bu nedenle Jopling, kendini tanımaya çalışan insanı yürüdüğü yolu yapan bir gezgine benzetir. İnsan yürürken bir yandan da ayaklarının altındaki yolu yaratmaktadır[8]. Bunu hayatını yazmaya çalışan bir adamın durumuna benzetebiliriz. Yazmak da hayatının eylemidir ve hayatının parçasıdır. Bu nedenle yazar yazarken bir yandan kendini belirlemeye devam etmektedir.
Bu demek oluyor ki, varoluşçu insan kendini bilebilirse kendini ve kendi ahlâki değerlerini de yaratabilir. Ancak bu çaba başarısızlıkla sonuçlanacaktır, çünkü insan kendini tanımaya, anlamaya çalışırken kendinden uzaklaşmaktadır aslında:
“Kendimi anlama çabalarım ve bunun anlamsızlığı ile Poincaré’nin tarif ettiği küreyi karşılaştırabiliriz. Kürenin merkezinden yüzeyine doğru ilerledikçe ısı düşer. Canlılar merkezden başlayıp yüzeye doğru ilerlemeyi hedeflerler ama ısının düşmesi onlarda giderek artan bir büzüşmeye neden olur. Hedeflerine ulaşmaya çalışırken bir yandan düzleşmektedirler.”[9]
Kendini bilmek, varoluşçu felsefeyle imkânsız bir süreç halini almıştır. Camus de, Sartre gibi, insanın kendine yabancı kalmaya mahkûm olduğunu düşünmektedir. Sokrates felsefesindeki “kendini bil” öğretisini kısır bir çaba olarak görür Camus. İnsan kendini tanıma, bilmeye çalıştıkça o parmaklarının arasından daha hızlı kayıp gidecektir.[10]
Aşk
Bundan anlaşılıyor ki, insan hayatının anlamsızlığından, fazlalık hissinden, düşünerek ya da kendini tanımaya çalışarak kurtulamaz. Varoluşçulara göre düşünmek bir çıkış değil sebeptir. Sokratik anlamda kendini tanıma da ulaşılması mümkün olmayan bir hedeftir. Tıpkı aşk gibi. Eğer mümkün olsaydı insanın varoluşuna anlam katabilirdi. Roquentin “Aslında fazlalık değilim, burada olmamın nedeni sevmek ve sevilmek” diyebilirdi. Sartre, Bulantı’da bunun mümkün olmadığını savunur. Aynı şekilde, Camus de hayatın anlamsızlığından kurtulmamızı sağlayacak bir aşkın olanaklı olmadığını ileri sürer. Tek yapabileceğimiz, tıpkı Don Juan gibi, sevdiğimiz insanların sayısını artırarak ölümsüzlüğü yakalamaya çalışmaktır. Ancak bu, fazlalık duygusunu azaltacağına artırır.
Varoluşçu dünyada insanların birbirlerine duyduğu aşkın çok fazla anlamı yoktur. Aşkın gücü, bırakın imparatorlukları, insanların kaderini değiştirmeye bile yetmez. Camus’un Yabancı’sında Meursault aşktan bezelyelerden, patateslerden hiçbir farkı yokmuş gibi söz eder:
“Biraz sonra ‘Beni seviyor musun?’ diye sordu. ‘Bu sorunun anlamı yok ama galiba hayır,’ dedim. Mahzunlaştı.”[11]
Görülüyor ki aşkı aramaya başlamak da bir yere götüremez insanı. İnsan kaybolmuşluk hissinden aşık olarak kurtulamaz. Böyle bir aşk teoride mümkün olsa bile varoluşçu dünyada değildir.
V. Sonuç
Peki doğru tepki nedir?
Başkaldırı.
İntihar sorunu çözemez. Yalnızca bizi onunla yüzleşmekten kurtarır. Felsefe sorunun daha da büyümesine neden olur. Kendini bilmek ve aşık olmak sorunun çözülmesine yardımcı olabilirdi. Ancak varoluşçu dünyada her ikisi de ulaşılması mümkün olmayan hedefledir. Ayrıca anlamlarının çoğunu yitirmişlerdir. Bu nedenle, tek anlamlı, tutarlı tepki başkaldırıdır. Başkaldırı kahramanca bir tepkidir ve bu nedenle hayata anlam kazandırabilir.
Varoluşçu insan omuzlarına binen yükün farkındadır, uzun yıllardır insanın kendini geliştirmesine, hatta aşmasına yardımcı olan edimlerin bir faydası olmadığının bilincindedir ama intiharı reddeder. Kaçmayı reddeder. Bu da onun başkaldırısıdır. Durumunu kabullenir, kaçmayı denemek yerine sorumluluğu kabul eder. Artık kendi doğrularını yaratmaya, tanrının olmadığı bir dünyada aziz olmaya hazırdır.

Kaynakça
CAMUS, Albert (1975), The Myth of Sisyphus. Çev., J.O’Brian, Penguin Books, London.
CAMUS, Albert (1984), Yabancı, Çev., Samih Tiryakioğlu, Varlık Yayınları, İstanbul.
JOPLING, David (1992), The Cambridge Companion to Sartre, Cambridge University Press, Cambridge.
MARCEL, Gabriel (1956) The Philosophy of Existentialism, Çev., M. Harari, Citadel Press, New Jersey.
SARTRE, Jean-Paul (1985) Varoluşçuluk, Çev., Asım Bezirci. Say Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1997) Bulantı, Çev., Selatattin Hilav, Can Yayınları, İstanbul.
SARTRE, Jean-Paul (1969), Being and Nothingness, Çev., E. Barne, Methuen, London.

Dipnotlar
[1] Sartre 1985, 63-4.
[2] Sartre1997.
[3] Ibid., 172.
[4] Ibid., 173.
[5] Bakınız Marcel 1956, 53 “Aydınlanmanın negatif olup olamayacağını sorgulayabiliriz elbette, aydınlanmak demek, ışık demektir, ve absürd donukluğun ta kendisidir, ışık vermez” Çev. I.E.
[6] Camus 1975, 111.
[7] Sartre 1997, 135.
[8] Bakınız Jopling, 120-1.
[9] Sartre 1969, 286. Çev. I.E.
[10] Camus 1975, 24.
[11] Camus 1984, 42.<

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kastrasyon Kompleksi

Yanılmıyorsam 27 Mart 2010 tarihli Disko Kralı programında Demet Sağıroğlu (yanlış hatırlıyor olabilirim) kendisine yöneltilen soruya cevap verirken çocukluğunda komşu çocuğun pipisini gördüğünden ve bende neden öyle bir şey yok diye kıskandığından bahsediyordu. Bu programı izlemeden birkaç gün evvel de bir arkadaşımın banyoda "ham meyvayı kopardılar dalından" şarkısını söylerim diye espri yapması beni aynı yönde düşündürmüştü. Bir de minibüste bir elemanın gürültü yapan çocuğa dönüp "yaramazlık mı yapıyorsun sen? bak sünnet ederim seni." diye tehdit ettiğini duyunca dedim ki evet kastrasyon kompleksi böyle bir şey olsa gerek.

Kastrasyon kompleksinin ne olduğuna gelirsek, Lacan'a göre arzu daima yokluk üzerinedir ve çocuk annenin fallusu, arzu nesnesi olmayı arzular, oysa anneni arzusu bu arzunun ötesindedir ve simgesel düzeyde çarpıtılmış olarak kaydedilmiştir. Ve çocuğun bu arzusunun karşılanmasının imkansızlığı özne ben'in oluşumunda ikinci ana gönderme yapar: Kastrasyon Kompleksi.

Bu aşama Freud'un Oedipal aşamasının farklı bir biçimde ifadesidir. Freud'un bu aşamaya ilişkin kuramının merkezinde anatomik olarak beden ya da başka bir şekilde ifade olunduğunda simgesel düzeyde bir kavram olan fallusun yerine penis yer alır. Yani kastrasyon penisten mahrum kalma üzerinedir. Bu da cinsel yaşamda erken boşalmayı getirecektir. Cinsel birleşme esnasında penis vajinaya girdiğinde kastrasyon kompleksi etkisi ile bir an önce bitmesi isteneceğinden (bilinç düzeyinde değil) erken boşalma gerçekleşecektir.

Dişli vajina rüyası gördüğünü söyleyen erkekler insanı düşündürtmektedir.

27 Nisan 2010 Salı

İskenderun Ve Cinsellik

"Çok 31 çekersen sikin kalkmaz"
Tarih: 27.04.2010
Yer: SGK İskenderun Şubesi
Evet dün tam zamanında oradaydım, yaptığım bir araştırma evresinde geçirdiğim istatistiki veri toplama sürecinde memurların muhabbetine tanık oldum.Cinsellik sohbetlerinin başı önce sikin kalkar mı kalkmaz mı diye başladı.Ondan sonra baktım adamın biri kendince çok değişik bir önermede bulundu Çok 31 çekersen sikin kalkmaz.İçimden " O zaman 31 çekerken nasıl kalkıyor sikin " demek geldi.

Neyse küçük bir sahil şehri olan iskenderunda zaten cinsellik muhabbetlerinin kısıtlanmış olmasının getirdiği sonuç bu oluyor. Gariptir ki insanların zevkleri de farklılaşıyor. Hala şu kadın patlak mı değil mi muhabbetleri geçiyor. Kesinlikle anal sex burda hala revaçta olan bir cinsel birleşme olarak göze çarpıyor. Yani makkattan kiralanan cinsel organlarını kullanamayanlar kadınlar var.

Cinselliğin tarihi ansiklopedisinde okuduğum evlilik kurumunda kadın ve erkeğe bakış pasajında anlatılan iktidar aynen burda uygulanan sistem olmakla beraber.Böyle olmasını savunan insanlar olması da beni çok şaşırtmıştır. Yani şöyleki çocuk babasının annesini aldatmasını çok normal ve kıvanç duyduğu bir olaymış gibi anlatıyor.

İnancım İskenderundan daha çok hikaye çıkarmak ama bakalım bilmiyorum daha ne kadar şaşırıp sohbetleri buraya aktaracağım.Neyse İskenderundan bildireceklerim şimdilik bu kadar..